Laiklik ve sekülarizm
Laiklik ve sekülarizm farklı kavramlar mıdır? Kesişen kümelerdir ama aynı değildirler. Bu terimlerin anlamlarının zamanla değiştiğini baştan söylemek gerek. Laik –laicus- teriminin macerası ilginçtir. Başlangıçta “Tanrının halkı” manasında olumlu bir anlam yüklü olan bu terim Yüksek Orta Çağ’da (476 Batı Roma’nın yıkılışı-1066 Norman kralı William the Conqueror’un İngiltere’yi istila edişi arasında geçen süre) idiota et illitteratus anlamında kullanılıyor; aptal ve cahil, eğitimsiz manasında. Ancak 14. Yüzyılda –geç bir tarih- laik terimi yeniden olumlu bir anlam kazanıyor. Tepe noktası Gratian’ın Decretum’unda (c. 1140) geçen Duo sunt genera Christianorum sayılıyor. İki tür Hristiyan var; laikler ve kilise mensupları. Burada laikler aşağılanıyor çünkü onlar Hristiyanlığın erdemlerini tam olarak kavramaları zaten beklenmeyen bir kitle olarak görülüyor. Fiilen de durum bu çünkü okuma-yazma, hukuk (Latince), muhasebe (aritmetik) neredeyse sadece kilise mensuplarının öğrenebildiği sanatlardı. Örneğin Charlemagne imparator olduğunda adını yazamıyordu.
Modern İtalyan hukukçuları hem kendi anayasalarının Roma hukuku kökenlerini hem de laicus teriminin nasıl tanımlanabileceğini tarihi bir bakışla inceleme konusunda çok çaba sarf etmişlerdir. Öte yandan İskoç Presbiteryenlerinin clericus/laicus ayrımının Yeni Ahit’te olmadığını düşündüklerini biliyoruz. Oliver Cromwell Ocak 1650’de İrlandalılara bu ayrımın Anti-Hristiyan Kilise –yani Papalık, Katoliklik- dışında bilinmediğini, Hıristiyanlığın başlangıcından beri orada olmadığını –… ab initio non fuit sic- söylememiş miydi?
Oratores, bellatores, laboratores. Bu üçleme 9. yüzyıl sonlarında ortaya çıkmıştı. Adalbéron de Laon 1025 civarında bu ifadeyi kayıtlara geçirdi. Böylece iki kutuplu “eski toplum” 1000 yılı civarında bir üçlemeye dönüşmüştü. Laicus ikiye bölünmüştü: agricolae (köylüler/çalışanlar) ve agonistae (savaşçılar). 11. yüzyılda feodalitenin düzeni yerleştirdiği, Kilise’nin düzeni tam olarak kutsadığı ve “savaşanlar, dua edenler, çalışanlar” üçlüsüne dayalı –ki Teslis göndermesi aşikârdır- bir feodalizm imgesinin zihinlere kazındığı görülüyor. Bu imge feodalizmin “klasik döneminin” imgesidir. Gerçekçi midir veya çok mu önemlidir? Tartışmalı. Ama bu imge bir yerlerde var olmuş. Burada önemli olan şu: Laik, kilise veya ruhban dışı anlamına geliyor. Prensler/krallar/soylular da laik. Fakat prensin sadece prens olması nedeniyle Tanrı tarafından seçilmiş sayıldığı için doğallıkla bir sacerdotal niteliğinin olduğu, yani laik (kilise dışı) olmadığı –non omnino laicus- da söylenmiştir. Ne zaman? 12. Yüzyılda. 9. ve 12. Yüzyıllar arasında bir anlam kayması yaşanıyor veya bir istisnai durum ortaya çıkıyor.
Bu niye böyle oluyor ve prensler/krallar istisna sayılmak isteniyor? Siyasal teolojide gücü doğrudan doğruya Tanrı’dan almakla kilise aracılığıyla almak arasında büyük fark vardı. Vardı çünkü sekülarizm laiklik değildir; sekülarizm “iki kılıcı” kabul etmekle başlar, dünyevi otoritenin ilahi ama kiliseden bağımsız bir potestas sahibi olduğunu öne sürmekle devam eder ve Anglican Kilisesi örneğindeki gibi “milli bir kilisenin” kurulmasıyla sonlanır.
Yani sekülarizm, ilk halinde, dini ve devleti ayırmaz: Dini devletin hizmetine sunar. Sekülarizm ancak bugünkü modern anlamında din ve devletin tamamen ayrılması anlamına gelebiliyor ki bu dahi tartışmalıdır. Sekülarizm, ilk tarihsel anlamında, din ve devletin birbirlerinden ayrılmaları değildir; iki ayrı otorite olması kaçınılmaz olan, oyunun kuralı böyle olan, zaten baştan bu şekilde kurgulanmış bir din çerçevesinde –Hristiyanlık- bu durumun tanınması ve dünyevi otoritenin kiliseden bir baş mesafesi yüksekte kalmasıdır. İki otorite de diğerinin gerekliliğini zaten kabul etmiştir. Yoksa elbette seküler düzenin dünyevi prensi de son derece dindar olacak ve papanın ilahi otoritesini tamamen, dünyevi otoritesini de kısmen kabul edecektir. Ve iki otorite birbirlerinin aynasıdır.
Öte yandan laik de dindar olabilir ama aradaki fark büyüktür. Büyüktür çünkü laiklik bundan çok ötededir. Dinsel olmayanı, 14. Yüzyıldan itibaren kazandığı anlamla “modern” olanı –laicus- öne çıkarır ve dini bir bireysel-psikolojik âleme yerleştirir. Laiklik dine ne siyasal ne kurumsal ne de ideolojik bir kamusal işlev tanır. Laik bir kişi dini bireyin iç dünyasına ait bir hoşluk, bir “gönül gözü” olarak kabul ettiği ölçüde son derece dindar bir insan olabilir. Yani laikler dindar olabilirler; laicis fidelibus. Ancak bu nedenle sadece batıni-içrek din yorumları laiklikle bağdaşabilir; hiçbir “harici” din yorumu laiklikle bağdaşmaz. Batı dünyasında siyasal teolojinin sekülerleşmesinin ve tüm bu tematiğin Carl Schmitt tarafından 1920’ler gibi geç bir dönemde –ve sonrasında başkaları tarafından da- yeniden yorumlanmasının nedenleri özetlenen kavramsal tarihte yatıyor.
İşi karmaşıklaştıran başka konular da var. Clericus karşılığında ruhban veya kilise mensubu diyoruz ama bu bir basitleştirme çünkü Orta Çağ ilerledikçe durum değişti. 13. Yüzyılda artık ne tüm Kilise mensupları –clericus- din adamıydılar; ne de tüm din adamları clericus idiler. Papalığa bağlı çalışan bazı din adamları secular clergy idiler ve ruhbandan istenen her şey onlardan her zaman –örneğin evlenmeme yemini etmek- istenmeyebiliyordu. Tarikat mensupları da profesyonel din adamı oldukları gibi örneğin savaşçı da olabiliyorlardı ve Kilise mensubu değillerdi. Gaines Post (1936: 231-237, “A Petition Relating to the Bull Ad Fructus Uberes and the Opposition of the French Secular Clergy in 1282”, Speculum 11 (2)) ne diyor? 13 Aralık 1281’de papalık bildirgesi Ad Fructus Uberes ile Fransiskan ve Dominikanlara vaaz verme ve günah çıkarma yetkileri verildiği zaman Mendicant Orders mensubu olmayan Fransız seküler din adamlarının itiraz ettiklerini belgeliyor. Örneğin Templars (Templiers; Tapınak Şövalyeleri) savaşçı tarikatların meşhurları arasındadır. Saint-Jean Şövalyeleri (Hospitallers; Hospitaliers) de öyledir. Bunlar da günah çıkarabiliyordu.
Bu önemli çünkü bir yetki devri, delegasyon demektir. Veba salgını zamanında köy papazlarının da manastır rahiplerinin de yüksek oranda öldüklerini biliyoruz. Ölmüşlerdi çünkü sıradan insanlar –veya keyfe keder Hıristiyanlar- papaz günah çıkarmadan ölürlerse cennetin kapısının kapanacağına inanıyorlardı. İşin tuhaf tarafı bu işten para kazanan her tür din adamı –ki aynı zamanda kilisenin halkı kontrol edip etmediğini gözlemlediği bir konuydu çünkü ölürken de papaz gerekmiyorsa kopmuşsun demektir- da buna inanıyor olmalıydı. Olmalıydı çünkü görev bilinciyle vebalı evlerine gittiler, geri dönüp en iyi korunan manastırlara bile hastalığı bulaştırdılar ve yığınlar halinde öldüler. Bu nedenle 1381 papalık bildirgesi 1349’daki fiili duruma göre daha makul bir denge sayılabilir çünkü 1349’da halka “din adamı kalmadı, kendi günahınızı kendiniz çıkarın” denilmek zorunda kalınmıştı. Daha da ötesi var. Amerikalara giden Dominiken secular clergy için "cahil ve açgözlüydüler, dinle alakaları yoktu" anlamına gelen ifadeler kullanılmıştır. Bu görüşe göre kolonilere ilk yıllarda gönderilen seküler rahipler –los sacerdotes seculares- dünyevi çıkarları tarafından yönlendirilen, zenginlik hayali peşinde, elleri altın dolu aptallar ve cahillerdi. Görüldüğü gibi 16. Yüzyılda laicus değil clericus cahil sayılmaya başlanmıştı bile; hem de Katolik âleminde. Yeni bilgiyi artık clericus üretmiyordu. Bilginin üretim tarzı değişiyordu. En önemli mesele de bu değil midir?