Kendim ettim kendim buldum…
Türkiye ekonomisinin öyküsü hiçbir vakit peri masalı olmadı. Kanaatimce Osmanlı İmparatorluğundan mirası üç faktör bu hikâyeyi oldukça olumsuz etkilenmiştir: sermaye yetersizliği, ekonomik faaliyete yönelik alt-yapının çok zayıf olması ve girişimcilik eksikliği. Bununla birlikte, Atatürk döneminin yapısal reformlarının hazırladığı ortam sayesinde, ülke sanayileşmeyi, kuyruğundan da olsa, yakalamıştır. Bu küçümsenecek bir başarı değildir. Bunda tüm Cumhuriyet hükümetlerinin emeği vardır. Öte yandan, ülkenin kapitalist dünya sistemine entegrasyonu söz konusu eksikliklerin izâlesine yönelik adımların, Türkiye’ye has koşullarda, birbiriyle etkileşiminin yarattığı sorunlardan da elbette nasibini almıştır, almaktadır. Bu sorunların “doğru”, siz onu “akılcı” diye de okuyabilirsiniz, yönetilmesi Türkiye ekonomisinin daimi zaruretlerinden bir tanesi, belki de en önemlisidir. Ülke halkının saadeti, refahı, geleceği ve memleketin asli bekası, iktidarların bu noktada gösterdiği maharetin düzeyiyle yakından alâkalıdır.
AK Parti iktidarının 2002’den bu yana izlediği ekonomi politikalarına ilişkin, aynı ondan önceki tüm Cumhuriyet hükümetlerine dair yapılabileceği gibi, çeşitli eleştiriler getirilebilir. Örneğin; 2002’den 2010’ların ilk yarısına kadar ülkeye giren yüksek döviz miktarı sayesinde ortaya çıkan, borçlanma ile finanse edilen tüketim; gayrimenkul kaynaklı büyüme; varlık satışlarıyla beslenen varlık fiyatlarında değerlenme; ve tüm bunlara bağlı oluşan yalancı refah algısı konuşulabilir. Bu dönemde ülke ekonomisi ve insanı ucuz ithalata bağımlı kılınırken yatırımların, sanayi alt-yapısının, en önemlisi de ara-mal üretiminin, ihmal edilmesi eleştirilebilir. Ancak, bir başka gerçek de ekonominin aktörlerinin bu dönemi bir “parti” zamanı olarak hatırladığıdır. Zira, refah kalıcı olmasa da hissiyatı herkese iyi gelir!
Bu “parti”nin müziğinin sesinin bu kadar yüksek çalabilmesinin ne derecede AK Parti’nin ekonomiyi yönetme maharetinden kaynaklandığı da sorgulanabilir. Gerçekten de 2001 krizi sonrası, özellikle yapısal alanda, devrim niteliği taşıyan Derviş reformlarını sağladığı ortam, kurumsal alt-yapı ve kredibilite olmasaydı; dünya çapında düşük enflasyon-düşük faiz dönemine denk gelmeseydi; 11 Eylül saldırıları sonrası siyasi konjonktür ABD başta Batı’da Türkiye’nin jeopolitik konumuna ve, bu konumun “gerektirdiği” rolü oynama noktasında beklentileri karşılama hevesini oldukça açık biçimde ortaya koyan, AK Parti’ye hususi bir pozisyon ve ilave kredibilite atfedilmesine yol açmasaydı, işlerin sadece AK Parti’nin iktisadi maharetiyle işlerin nasıl evrilebileceğini elbette hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Nihayet, Türkiye ekonomisi tüm bunlar sayesinde yüzülen mesafenin yapısal kayalıklarına tam vuracakken, ABD’de uzun vadeli gayrimenkul kredileri üzerinden 2008’de patlayan küresel ekonomik krize, başta FED olmak üzere sistemin merkezi ülkelerinin Merkez Bankalarının bilanço genişlemesiyle cevap vermesiyle sıyırdığını da söyleyebiliriz. Hatırlanacaktır, söz konusu ülkeler ve kurumlar bu krize para arzını arttırarak, karşılık verdiler. Bu da sermaye yetersizliği kaynaklı sorunları olan gelişmekte olan ülkelere hem maliyet (faiz) hem miktar bakımından kaynak kolaylığı getirdi. Türkiye bu noktada en kırılgan ülkeydi ve belki de en ciddi faydayı sağladı. Neticede, Türkiye ekonomisi 2009’da kurda önemli bir düzeltmeyle karakterize olması doğal olacak krizden de dışsal faktörlerin himmetiyle sıyırdı denebilir. Bu durumun aslında ekonominin taşıyıcı kolonlarını erittiği gerçeği böylece göz ardı edilebildi. Maharet eksikliğinin bedeli olmayınca, daha doğrusu bedeli ertelemek mümkün olunca, mucizelere inanç kuvvetlendi. Bugün de öyle.
O dönemde de, yine bugün olduğu gibi, ters giden her şey dış güçlerin eylemleriyle veya, ironik biçimde aslında bu dönemin büyük bölümünde Türkiye lehine işleyen, konjonktürü etkileyen dışsal faktörlerle, bunlara bağlı hikâyeleri içeren safsatalarla, açıklandı. Misal; 2018 senesinde Rahip Brunson krizinde o yıla 3,79 TL’den başlayan dolar 13 Ağustos’ta 7,21’i gördü. Neticede “kriz” Brunson’ın ABD’nin çizdiği çerçevede serbest bırakılmasıyla sonuçlandığına göre, söz konusu krizin, pek de bir sonuç üretmediği âşikâr politika tercihleriyle alâkalı olduğu kadar, doğrudan o tarihe kadar izlenen ekonomi politikasının zaaflarını ortaya dökecek biçimde, FED’in parasal sıkılaştırmaya gitmesiyle ilişkisi neredeyse hiç konuşulmadı. Konuşulmadığı gibi Türkiye’nin ekonomi politikasının ucuz ve bol kaynağa kolay erişimin kısıtlanmasına karşılığının ne olacağına dair de maharet içeren bir planlama yapılmadı. Oysa 19 Temmuz 2017’ye 4,48 trilyon dolar büyüklükte bir bilanço ile giren FED, 2019 Eylül’üne kadar bu bilançoyu 3,76 trilyona kadar küçültmüştü. O dönemde kurun başına gelenler, ABD ile siyasi tercihler sonucu gerilen ilişkilerin abarttığı fırtınanın, ekonomi siyasetine dair tercihlerin yarattığı yapısal kırılganlıklarla zayıf düşmüş Türkiye ekonomisine vurup, dağıtmasından başka bir şey değildi. Zamanın ABD Başkanı Donald Trump’ın 2019’da bu defa Suriye’ye ilişkin Türkiye’ye baskı yapmak amacıyla gönderdiği hadsiz mektupta, 2018’deki bu dönemi hatırlatarak, “Brunson döneminde küçük bir örneğini verdiği gibi”, “Türkiye ekonomisini yerle bir” edebileceğine dair sözleri, bu kişinin üslûbu ve megalomanisinin ötesinde ona vehmedilecek bir kudrettin varlığından ziyade, Türkiye ekonomisinin o güne kadar sürdürülen politika tercihleri neticesinde göz göre göre oluşmuş kırılganlıklarının ne düzeyde bir zaafa dönüştüğünün göstergesiydi. Her ne kadar sözü geçen şahsın ABD Başkanı olmasının yarattığı siyasi ağırlık inkâr edilemezse de benzer koşullarda “bizi kıskandıklarından” sıklıkla dem vurulan Avrupa ülkelerinin, misal Almanya’nın, parasının değerinin üç ayda % 75 civarı değer kaybetmesi herhalde düşünülemez. Sözün özü bizim “parti” bunlar olurken aslında çoktan bitmişti. Ancak, işler hiçbir zaman daha kötüsü olmayacak kadar kötü olmaz…
Gerçekten de yazının başında belirttiğim gibi ekonominin “doğru” yönetilmesine yönelik kaygıların, mistik biçimde ve tümüyle bir yana bırakılması, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in isabetli tanımıyla “akıldışı” ekonomi politikasına geçiş, Eylül 2021’de oldu. Bu mânâda “akıldışılık”, siyaset ve siyasi maharet seçim kazanmaya indirgenirse elbette başka biçimde de yorumlanabilir. Ancak, Eylül 2021’den itibaren gamsız biçimde başta enflasyon tüm veri evreninin ciddiyetini, karar alma sisteminin inanılırlığını, ülkenin parasının güvenilirliğini, iktisadi beklentileri tarumar, ülke insanının geleceğini ve memleketin sosyolojisini darmadağın eden, güya heterodoks, politika tercihlerinin neye nasıl etki ettiğini, 8 Şubat Enflasyon Raporu toplantısında TCMB Başkan Yardımcısı Cevdet Akçay’dan açıkça duyduk, öğrendik: “Fonlama maliyeti-mevduat faizi linki kopmuş. Politika faizi-enflasyon linki kopmuş. Faiz-Enflasyon linki kopmuş. Faiz-kur linki kopmuş. Biz daha 7 aydır bu kopan bağlantıyı kurmaya çalışıyoruz”. Bence konu hepimizin refahı, güvenliği, saadeti olmasa, artık dağılabilirdik. Ama değil…
Kendi kendimize yüksek sesle çaldığımız ıslığa orkestral müzik muamelesi yapmakla, kendimizi edip kendimiz bulduklarımızın mesuliyetini başkalarına yüklemekle geçiştirilemeyecek acı gerçeği dile getirdiği için Akçay’a bir teşekkür borçluyuz. Öte yandan bu sözleri söyleyen kişinin, liyâkati bir yana, Merkez Bankası Başkanı olamayacağıysa bugünkü Türkiye’de garipsenecek bir durum değil. Bir sonraki yazıda şu veri evreni işi ve enflasyon meselesiyle ilgileneceğiz…
Bir de Soru: Artık ekonominin bakanı da, kafa bürokratı da aynı fikirde olduğuna göre müstemleke ekonomisti kim…?