Kaynak kaybı ve kusurlu büyüme
Haziran sonunda bastıran yaz sıcakları, pandemide patlak veren Delta varyantının dünyada olduğu gibi ülkemizde de doğurduğu panik ile birleşince nisbeten sakin bir dönem geçiriyoruz. Bizim için olağan dışı. O kadar ki Avrupa Futbol Şampiyonası’nı, turnuvada milli takımın ve son olarak PSV karşısında Galatasaray’ın sergilediği perişanlığı, ligimizdeki transfer tuluatını, şimdi de Tokyo’daki olimpiyat oyunlarını izleme fırsatı bulduk. Gelin görün ki bunları yapınca da artık neredeyse kaderimiz haline gelen tasalanmaktan kaçamadık. Futbolda tıpkı ekonomide olduğu gibi sistemsizlik, strateji ve ufuk yoksunluğu, altyapıyı savsaklama, sorgulama ve çözümleme eksikliği, kaynak savurganlığı, hamasete sığınma gibi ezeli zaaflarımız ile bir kez daha yüzleştik. Ama hemen ardından bu yüzleşmeden hiç ders alınmadığına, genç yetenekleri eğitme kapasitemizi arttırmak yerine kulüplerin borç kamburunu katlama pahasına başka yerlerde yaşı ilerlemiş ikinci üçüncü sınıf futbolcuları piyasa değerlerinin üç dört katına transfer yarışına girildiğine tanık olduk; üstelik böylece hangi hedeflere varılmak istendiği bilinmeden. Futbol ekonomimiz büyüyor, ama kalitesi çok düşük. Korkumuz, bu yaz durgunluğunun ardından ekonomide de son yıllarda defalarca tekrarladığımız hatalara yeniden düşmemiz, enflasyon ve döviz kurunda patlama potansiyelini önemsemeden kusurlu ve geçici büyüme yörüngesine yeniden girmemiz. Umarız bu defa yapmayız.
Yolsuzluk ve yozlaşmanın ekonomik maliyeti de büyük
Göstergelerde ve ekonomik politikalarda göreli bir durgunluğu yaşadığımız bu dönemde öne çıkan gelişme, bir yasadışı örgüt liderinin açıklamalarıyla gündemi dolduran ve hareketlendiren yolsuzluk ve yozlaşma iddiaları oldu. Bu konu, sadece suç niteliği taşıyan yönleriyle değil, ekonomi ile ilgili yönleri ve etkileriyle de kritik önem taşıyor. Şöyle ki, bir yandan ülke risk puanını arttırarak yatırımcıyı caydırıcı olumsuz bir imaj faktörü oluştururken, diğer yandan gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliği arttırarak piyasa işleyişini bozuyor; ayrıca kaynak tahsisinin yanlış şekillenmesine yol açarak büyüme potansiyelini ve verimlilik düzeyini düşürüyor. Türkiye’de artık vergi sisteminin neredeyse asli bir unsuru haline gelmiş olan vergi aflarındaki sıklık da bu yollardan elde edilen gizli kazançların ve yurt dışına çıkarılmış servetin önemli düzeylere varmış olduğunun bir işareti. Ayrıca OECD’nin üye ülkelere yıllar önce yaptığı vergi cennetlerine ilişkin kara liste’yi hala yayınlamamış olmamız da aynı kanaati güçlendiriyor. Bütün bu nedenlerle ülkemizin küresel yolsuzluk ve saydamlık endekslerindeki yeri son yıllarda gittikçe kötüleşiyor.
İllegal kazançların korunması ve gizlenmesi çabaları, dış ticaret işlemlerinde usulsüzlüklerin de bir nedeni. Aynı zamanda uluslararası fon hareketleri içinde de önemli bir yer tutuyor. Bu hareketleri ölçümlemeyi görev edinen GFI, illegal fonları doğuran kaynakların yolsuzluklar, rüşvet, uluslararası suçlar ve vergi kaçakçılığı olduğunu, sermaye hareketlerindeki liberalleşmenin bu kazançların şekil değiştirmesini ve aklanmasını kolaylaştırdığını belirtiyor. Sadece gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş ülkelerle yaptığı dış ticaretteki değer farklılıklarında gizlenen illegal fon hareketinin 2008’den itibaren on yıl içinde yaklaşık 9 trilyon dolar gibi bir büyüklüğe eriştiğini ölçen GFI, sadece 2017’de gerçekleşen tutarın 830 milyar dolar olduğunu, bunun içinde en büyük payın açık farkla Çin’e ait olduğunu, arkadan Meksika ve Rusya’nın geldiğini, Türkiye’nin de yaklaşık 25 milyar dolar ile 8’inci sırada bulunduğunu hesaplıyor. Bütün dünya ile ticaret dikkate alındığında ise bu büyüklük 40 milyar doları aşıyor. İllegal fonların toplam dış ticaret işlemlerimizdeki payı yaklaşık %20 dolayında. Bu da gerek sermaye birikimi, gerekse vergi gelirleri açısından önemli bir kaynak kaybı demek.
Büyümenin kalitesi düşük
Rutin gündemimize dönersek, Merkez Bankası’nın politika faizini sabit tutma kararı olumlu bir gelişme gibi not edilebilir. Ancak emtia ve taşıma maliyetlerinde pandeminin de körüklediği artışlar, Haziran ayında tüketici ve üretici enflasyonu arasındaki korkutucu makasın (%17.5- %43) ulaştığı düzey de dikkate alınınca beklenen enflasyon konusunda kötü sinyaller veriyor. Faizlerden yapılan stopaj kesintisi dikkate alındığında uzun süredir azalmayan döviz tercihinin değişmesi pek söz konusu değil. Kronik güven zaafı da eklenince enflasyonda artış eğiliminin tehlikeli ölçüde kuvvetli olduğu söylenebilir. Bu açıdan, hele tekrarlanmasından korktuğumuz hatalı politika tercihleri de tekrarlanırsa, faiz indirimi bir yana, aksine yükseltme zorunluluğu doğabilir. Bundan kaçınmak için, adımlarımızda şimdiden çok dikkatli olmalıyız.
Öte yandan, geçen yazıda da söylemiştik, geçen yılki küçülmenin yarattığı baz etkisiyle Haziran’da biten ikinci çeyrekte ekonomi astronomik bir oranda (%20’nin üstünde ) büyümüş olacak. Yani ikinci altı ayda hiç büyümesek de yılı % 10 gibi son yılların en yüksek oranıyla bitirme şansımız var. Ancak son üç dört yılın ortalaması olarak baktığımızda bu oran %3 gibi alışkın olduğumuz düzeye iniyor. Kaldı ki orandan çok büyümenin kalitesine odaklanmamızda yarar var. Yani dikişleri zorlamayan, istihdamı arttıran ve sürdürülebilir büyümeye. İki paralı bir ekonomi olduğumuz için, tek paralı gelişmiş ekonomilerden farklı olarak, bizde enflasyon ile büyüme arasında bir korelasyon yok. Enflasyon artarken büyüme düşebiliyor, dövizin fiyatı artabiliyor. Bu nedenle önceki Hazine Bakanı’nın satır aralarında ifade ettiği “önceliğimizi enflasyonu düşürmeye değil, büyümeye vereceğiz” şeklinde bir tercihin bizim için hem lüks, hem de anlamsız olacağını unutmamak şart.