Kantorowicz ve Avusturyalı onbaşı  

Gündüz FINDIKÇIOĞLU
Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ

Büyük Medievalist Ernst Kantorowicz, gençliğinde Almanya’da komünistlerle sokak çatışmasında yaralanacak kadar antikomünist olmasına rağmen göç ettiği ABD’de McCarthy döneminde “bağlılık yemini et” dendiğinde hayır demekle kalmayıp, akademik özgürlüğe müdahale olarak gördüğü için olabildiğince mücadele etmiş ve sonuçta Berkeley’den uzaklaştırılmıştı. İtirazı tamamen akademik-entelektüel kariyeri ve Orta Çağ’dan gelen değerlere bağlanmasıyla ilgili görünmektedir. Gerçi Princeton kendisine meşhur Institute for Advanced Study’de kalıcı bir akademik pozisyon vermişti; ama olsun. Hem Monod hem de Wimmer Kantorowicz’in universitas magistrorum et scholarium olarak gördüğü –Orta Çağ loncası- üniversiteyi savunma nedeninin yanlış anlaşıldığını ifade ediyorlar. Wimmer, Kantorowicz’in üniversiteyi tıpkı “gizli Almanya’yı” savunduğu gibi savunduğunu ileri sürer ki bu Bruning’in de görüşüdür. Wimmer’e göre Kantorowicz’in üniversiteyi savunusunda Carl Schmitt’in kısaca eleştirerek geçtiği Otto von Gierke’nin Yüksek Orta Çağ’da Alman toplumunu bir lonca/şirket olarak gören yaklaşımına benzer bir pozisyon alış vardır.

Friedrich II Kantorowicz’in 1927’de yayınlanan tartışmalı ilk kitabının adıdır. “Heterodoks” imparatoru anlattığı eser hem kabul gören yaklaşıma aykırı tezleri hem de dipnot/referans kullanmaması nedeniyle sert biçimde eleştirilmiştir. Kantorowicz bu eleştirilere cevap olarak 1931’de bir ek kitap yayınlayarak kullandığı tarihi belgeleri ve kaynakları açıklamıştır. Genç Kantorowicz’in bu dönemdeki siyasi bağlılığı kitabın ilk baskısında swastika sembolünün ve Friedrich II’nin mezarında yazılı olan “Seinen Kaisern und Helden/Das geheime Deutschland” ibaresinin yer almasıydı –ki uzun yıllar boyunca bu “Nazi çağrışımı” –“George-Kreis” yani yazar Stefan George’un çevresi- Kantorowicz’in yakasını bırakmayacaktı.

Kantorowicz’in o dönemdeki milliyetçiliği völkisch değildi. Kitabında entelektüel ve yarı-doğulu imparator Friedrich II mitini muhtemelen inanarak yayması elitizminin açık kanıtıdır. “Sakalsız imparator” Friedrich II Arapça dâhil altı dil bilmesiyle ve etrafına laik bir entelektüel elit toplamasıyla biliniyor. Büyükbabası “kızıl sakallı” Friedrich I –Friedrich Barbarossa- gibi askerliği ön planda tutan bir imparator değildi. Friedrich II’nin “Almanların en az Almanı” olarak görülebileceğini ima eden – “Sicilyalı” Friedrich- bu durum Yahudi olan Kantorowicz’e çekici gelmiş olabilir. Yahudileri sacerdotium hukukundan çıkararak regnum hukukuna taşımış ve sarayında yer vermiş olması seküler güce destek aramış olduğunun göstergesi de sayılabilir. Öte yandan kitapta imparatorun kiliseyle amansız bir savaşa tutuşmuş seküler ve aydınlanmış monark olarak gösterilmesinin aşırı derecede spekülatif olduğu Albert Brackmann tarafından kitabın yayınlanmasından iki yıl sonra –1929’da- iddia edilmiştir. Bu iddia genel kabul görmüş görünüyor.

Kantorowicz’in dilicato parlare sevdiğini söylediği –akıllı sohbet- Friedrich II aynı zamanda Benedictine rahip Matthew’a göre stupor mundi et immutator mirabilis –dünyanın harikası ve onun mucizevi dönüştürücüsü- idi çünkü leoparlar, filler, ayılar, tavus kuşları ile seyahat ediyor ve herkesi şaşırtıyordu. „George-Kreis“ ile aynı dönemde Virginia Woolf ve John Maynard Keynes’i içeren meşhur Bloomsbury grubu da İngiltere’de faaliyetteydi. Belki dönemin ruhuyla bağlantılıdır: Kantorowicz’in kitabındaki Friedrich II için adeta bu tür elit ve avant-garde grupların doğal bir üyesi gibi kurgulanmış, tarihteki önemi bu şekilde mitleştirilmek istenmiş bir kişilik denebilir. Ancak Kantorowicz’in çizdiği portre sadece imparatoru aşırı derecede seküler gösterdiği için değil başka nedenlerden de eleştirilmiştir. Alain de Libera, Friedrich II’yi deneysel yöntemin öncüsü ve bir filozof olarak sunan Kantorowicz’in yorumunu elinin tersiyle iter. Libera’ya göre imparatorun önemi bizzat filozof olmasında değil felsefe için talep yaratmasındadır.

Paul Monod’nun dikkat çektiği gibi, Kantorowicz’in 1920’lerde ne yaptığını çok iyi bilen siyaset bilimci Edgar Salin’in ölümü sonrası yazdığı yazı yeterince açıklayıcıydı. Kantorowicz’in de ikili yanı vardı ve trajik yanı Alman kimliğinde bulunuyordu. Burada şaşırtıcı bir durum olmamalı çünkü kişinin ve eserinin ayrılıp “iki vücut” sembolizminde yeniden birleşmesi, yani “iki vücut” kavramı, 20.Yüzyılda tamamen sekülarize edilirse sadece “ölmeyen krallara” değil kalıcı eser bırakmış herkese ve elbette yazarın kendisine de uygulanabilir. Ayna etkisi; imitatio imperii ve imitatio sacerdotii. Esasen ait olduğu militia doctoralis bünyesinde Kantorowicz’in kendisini doğallıkla sacerdos olarak görmesi yüksek olasılıktı. Salin’e göre trajikliği Alman kimliğine dayalıydı ama büyüklüğü Stefan George çevresine ve George’un ideallerine bağlılığında yatıyordu. Burada ima edilen şey sadece kurgusal –hatta mitik- “Seinen Kaisern und Helden/Das geheime Deutschland” referansından ibaret değildir. “Çevrenin” başka bir şey olduğu, hatta Stefan George’un swastika amblemiyle gelecek ve yeni Alman devletini kuracak Führer’den bahsettiği tarihli şiirinde bile Hitler’i kastetmediği –hatta belki de o sırada tanımadığı- açıktır. Yani ne George çevresinin bileşimi ve niteliği bu kadar basit biçimde anlaşılabilir ne de bahsettiğimiz referanstan “ibaret olmama” hali doğrudan Hitler’e intisap etmiş olmakla ilgilidir.

Stefan George çevresinin orijininde mistik bir güneş –veya güneş-din- amblemi olan swastika sembolünü daha 1916 yılında Das Neue Reich için ortaya atmış ve yayınlamış olması bu çevreye yakın olanların geleceğinde genellikle olumsuz bir rol oynamış olmalı. “George-Kreis” çok sayıda Yahudi entelektüelini de barındırıyordu çünkü 1916’da Almanya anti-semitizmin en az olduğu Avrupa ülkesiydi. “Çevrenin” Weimar aleyhinde ve dolaylı olarak bir Führer’in gelişi lehinde yayın yaptığı açık olmakla beraber ne Kantorowicz Nazi olmuştu ne de tüm Yahudi olmayan “çevre” üyeleri Hitler’i kolayca içlerine sindirebilmişlerdi. Onların Führer diyebilecekleri kişi Kantorowicz’in yarattığı mitik-romantik-saklı Almanya’yı temsil edip yüceltecek yeni bir Friedrich der Zweite olabilirdi ancak; asla ırk saplantılı bir Avusturyalı onbaşı değil. Yine de elbette 1933 sonrası çoğunun Hitler’i benimsedikleri söylenebilir –ki bu sırada Stefan George İsviçre’de ölmüştü. Zaten 1933 sonrası Hitler’i Almanya’da kim benimsememişti ki? Hem Ernst Niekisch’e göre daha 1932’de Hitler bir “Alman mukadderatı” –veya Almanya’nın kıyameti- değil miydi? 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Cumhuriyet ve özgürlük 19 Kasım 2024
Trump 12 Kasım 2024
Geçmişe bir yolculuk 29 Ekim 2024
Laiklik ve sekülarizm 15 Ekim 2024
Devrimlerin devrimi 01 Ekim 2024
Bir kez daha sekülarizm 24 Eylül 2024
Georges Sorel ve ötesi 17 Eylül 2024