Kamu borcu
1990’ların sonlarına doğru yayınlanan bir çalışma ile başladı: Ekonomilerinin daraldığı dönemlerde, Latin Amerika ülkeleri ile gelişmiş ülkelerin verdikleri maliye politikası tepkisinin tamamen ters olduğu gösterildi. Gelişmiş ülkeler, düşen iç talebi canlandırmak için maliye politikalarını gevşetirken (kamu harcamasını artırıp vergi oranını düşürürken), Latin Amerika ülkeleri maliye politikasını sıkılaştırmak (kamu harcamasını kısıp, vergileri artırmak) zorunda kalıyorlardı. İlk tür maliye politikası ‘döngü karşıtı’, ikinci tür ise ‘döngüye paralel’ olarak adlandırılıyor.
Zamanla bu literatür gelişti. Gelinen nokta şöyle: Birincisi, 1990’ların sonlarında Latin Amerika ülkeleri için yapılan bu gözlem, bazı başka gelişmekte olan ülkeler ve az sayıda gelişmiş ülke için de geçerli. İkincisi, zamanla gelişmekte olan ülkelerin bir kısmı ekonomilerini sağlamlaştırdılar ve onlar da döngü karşıtı maliye politikası izleyebilir duruma geldiler. Bu tür ülkelere ‘döngüye paralel politika izleyen sınıftan mezun olan ülkeler’ de deniliyor. ‘Mezun’ sözcüğü zaten döngüye paralel politikanın iyi bir şey olarak algılanmadığını gösteriyor.
Üçüncüsü, döngüye paralel politika ‘cehalet’ nedeniyle uygulanmıyor; zorunda kalındığı için uygulanıyor. Bu zorunluluğun nedeni olarak –birbirini dışlamayan- iki açıklama biçimi var: Birincisi, bu tür ülkeler ekonomileri daralırken (o daralmayı yaratan koşullar altında) dış kaynak bulmakta zorlanıyorlar. Bir kısmında net sermaye çıkışı yaşanıyor. Zira devletin borcu yüksek bir düzeyde olabiliyor ve borcun döviz/ yerli para bileşimi döviz lehine ağırlık taşıyabiliyor. İkincisi, kurumsal yapıları bozuk ve/veya toplumsal kutuplaşma keskin; düzgün bir maliye politikası uygulamak zorlaşıyor.
2001 krizinde Türkiye döngüye paralel maliye politikası uygulamak zorunda kaldı. Zira devletin borcunun GSYH’ye oranı çok yüksekti (şimdiki hesaplama tarzıyla %75, o zamanki yöntem ile %100’e yakın) ve borcun reel faizi ‘uçuk kaçık’ bir düzeydeydi. Krizden sonra uygulanmaya başlanan ekonomik program sayesinde zamanla kamu maliyesi önemli ölçüde düzeldi: Kamu borcu GSYH’nin %36’sına kadar düştü (2008 ikinci çeyrek), döviz cinsi borcun payı da %30’a indi. Başka olumlu gelişmeler de dikkate alındığında, Türkiye ‘döngüye paralel’ maliye politikası sınıfından mezun oldu. Bu sayede, küresel krizde ekonomisi daralırken, gelişmiş ülkeler gibi döngü karşıtı maliye politikası izleyebildi.
COVID-19 salgını öncesinde (2020’nin ilk çeyreğinde) devletin borcunun GSYH’ye oranı %33 idi. Gelişmiş ülkelerle ya da 2001 krizinde ulaşılan düzeyle karşılaştırıldığında tartışmasız çok düşüktü. Zaten, Türkiye’nin makro iktisadi açıdan güçlü olduğu göstergelerin başında düşük borç oranı geliyordu. Ancak, iki gelişme can sıkıyordu: Birincisi, bir yıl öncesine kıyasla borç oranı 5 puan yükselmişti. İkincisi ve çok daha önemlisi, borcun yüzde 53’ü döviz cinsindendi; kur sıçraması olursa borç oranı da yükselecekti.
Peki, şimdi durum nasıl? Nisan ayı borç stoku değerini biliyoruz. Hem yüklü borçlanma hem de kur sıçraması nedeniyle önemli bir artış var. Ek olarak mayıs ayının ilk 15 gününe ait net iç borçlanma değerleri biliniyor. Alt alta toplandıklarında 1.6 trilyon lira yapıyor. Borç oranını hesaplamak için bir de nominal GSYH değerine ihtiyaç var. Salı günü 2020’nin hem çeyrek yıllık dönemlerine hem de tümüne ilişkin altı alternatif senaryo altında büyüme tahminleri verdim. İkinci çeyrek için karamsar olanı %30 daralma, daha iyimseri ise %23 daralma olabilir diyordu. İkinci çeyrek enflasyonunu ise yüzde 11 olarak alıyorum.
Bu durumda, nisan başındaki borç stoku mayıs ve haziran ayında sadece mayısın ilk 15 günündeki iç borç artışı kadar artarsa –ki gerçekçi olmayan çok olumlu bir varsayım, borç oranı karamsar ikinci çeyrek GSYH tahmini için %38.6, iyimser olanı için ise %37.8 oluyor. Mayıs ve Haziran ayında borçlanmanın arttığı/artacağı ortada. Buna karşılık, mayıs ortalama kuru nisan ayına kıyasla çok az yükseldi. Haziran ortalaması da benzer düzeyde kalırsa kur artışı nedeniyle borç artmayacak. Tüm bu hususlar dikkate alındığında 2020’nin ikinci çeyreğinin sonundaki borç oranımızın %40’ın altında olmayacağı anlaşılıyor. Borcun %53’ünün döviz cinsinden olduğu da göz önüne alındığında, maliye politikasında artık fazla bir manevra alanı kalmadığını söylemek gerekir.