İzan
Ben ortaokul ve liseyi şimdi kapanmış olan özel Kadıköy Marmara Koleji’nde okudum. Bizim 11 Fen sınıfı bu kolejin ilk mezunlarını veren sınıftır. Şimdi Muğla’nın Bodrum ilçesinde bir Marmara Koleji var ama sanıyorum bu ya bir isim benzerliği veya bir isim satışı sonucu. Her neyse, bu Marmara Koleji’ni annem nereden duydu bilmiyorum ama beni oraya kaydettirmek için götürdü. Okulun kurucusu ve sanıyorum tek sahibi rahmetli Muhittin Akdik isimli emekli bir ‘maarifçiydi’, yani eğitimciydi. Okul Türkiye’deki birçok adı kolej olanların aksine üniforma mecburiyeti olmayan, karma eğitim verilen, derslerin Türkçe verildiği ama haftada her gün bir ekstra saat İngilizce öğretilen velhasıl-ı kelam çok açıdan yeni bir anlayışla kurulmuştu.
Başöğretmenimiz Muhittin Bey dayağa ve bağıra çağıra azara karşıydı. Benim gibi biri 17 biri 15 iki erkek torun sahibi, ortaokul ve lise çağında çocukları ve torunları olanlar bilirler şimdiki devirde uygulandığı gibi bağırıp çağırmadan, enseye şaplak atmadan çocuk büyütmek adamı ülser eder. Buna rağmen Muhittin Bey bir okul dolusu hormonları azıtmış kızlı erkekli kalabalığımızı dayaksız idare ederdi. Karıştırdığımız haltlar sabır sınırlarını zorlarsa Muhittin Bey huzura çağırır ve ayakta karşıladığı öğrencinin alnının ortasına işaret parmağını dayayıp itip “izansız adam” veya suçlu kız çocuğu ise sadece “izansız” derdi. BU okulda işittiğimiz en büyük hakaretti. Hakaret olmasına hakaretti ama çoğumuz izansız ne demek pek bilmezdik. Sadece iyi bir şey olmadığını biliyorduk.
İzan Türk Dil Kurumu’na göre “anlayış ve anlama yeteneği” olarak açıklanıyor. Kaynağı olan Arapça’da ise izan “boyun eğme, itaat etme” anlamlarına gelirmiş. Yani Türkçe’de kullanılan haliyle “anlayış” ve “idrak” anlamları sonradan türetilmiş. Hala rahmetli hocamızın izansız adam derken kafamıza işaret parmağını dayamasını ‘anlama yeteneği olmayan’ anlamında mı yoksa ‘itaatsiz, disiplinsiz’ anlamında mı yaptığını tam bilmiyorum ama muhtemelen her ikisini de kastediyordu.
Senelerdir yöneticilere aklımın erdiği kadar tavsiyelerde bulunmaya çalışıyorum. Beş kaynak ve en önemlisi insan gücü kaynaklarını kullanarak mal ve hizmetler üretip bunları pazarlayarak sermayeye dönüşüm sağlamaya çalışan insanlara bu zor mesleğin yapılışında dikkat etmeleri gereken şeyleri hatırlatıyorum. Gerçekten de bir yöneticinin yapacağı en önemli işin doğru yere doğru zamanda doğru vasıfları haiz insanları yerleştirmek ve bu insanlardan azami verimi sağlamak olduğuna inanırım. İnanırım ama bir de Hoca fıkrası var.
Her anlatımda neyin çalındığı değişiktir ama bir gün Nasreddin Hoca'nın eşeği çalınmış. Hoca can sıkıntısı içinde durumu komşularına anlatınca Birisi “Hocam” demiş “Niye ahırın kapısına iyi bir kilit takmadın sanki?” bir diğeri “Evine hırsız giriyor da senin nasıl haberin olmuyor?” bir diğeri de “Hocam kusura bakma ama eşeğin çalınmasına en büyük sebep yine sensin. Çünkü doğru bir ahırın bile yok. Nerden baksan dökülüyor” deyince Hoca kızmış “Yahu demiş, iyi, güzel de kabahatin hepsi benim mi? Hırsızın hiç mi suçu yok?”.
Gerçekten de işletmelerdeki hemen her insan hatasının eninde sonunda yönetimin hatsı ise de insanın sorası geliyor “Çalışanların hiç mi hataları yok?”. Olmaz mı var elbette. Yönetilenlerin geldiği havuzun yani toplum ve onun insan gücü yetiştirmekle sorumlu aile, çevre, okul ve işletmelerin kendileri gibi kurumlarının adına ne derseniz deyin örf, adet, ilke, namus, doğruluk gibi konularda mensuplarını nasıl sosyalize ettikleri de aksamalardan bire bir sorumludur. Boşuna bize doğruyum, çalışkanım diye her sabah andımızı tekrarlatmadılar. Biz her sabah Türküm, doğruyum, çalışkanım diye bağırırken gerçekten öyle olduğumuzdan değil öyle olmamız beklendiğinden bağırıyorduk.
Bizim millet olarak dinden, dinlerden ve toplumsal tarihimizden, etnik kökenlerimizden gelen birçok özelliğimiz vardır. Cumhuriyet tarihi boyunca dedelerimiz, babalarımız bizlere ne olduğumuzdan çok ne olmamız gerektiğini içeren hikâyeler anlattılar. Öyle olduğumuz için değil öyle olmamız istendiği için. Büyüklerimiz ata sözleri, vecizeler, hikayeler, törenler, geçiş hakları gibi toplumsal öğeler bireylerin sosyalizasyonunda kullanılarak onların topluma ‘doğru’ insanlar olarak kazandırılmalarını sağlamaya uğraştılar. Bu konuya daha önceki yazılarımda değinmiştim.
Ne oldu nasıl oldu bilemiyorum ama bu kadar doğru ve çalışkan olmayan insan nereden çıktı aklım pek almıyor. Eğriliğe prim veren bu kadar insan nereden çıktı. Bu insanları büyüten anneler, babalar, arkadaşlar, öğretmenler ne yaptılar? Ne yaptılar da bu kadar izansız haddini bilmez adam ortaya çıktı? Ben bilemiyorum. Doğruluk ve çalışkanlık nereye gitti? Çalışma arkadaşlarınızı seçerken bilgili ve deneyimli kişileri bulması kolay. Bilgiyi ölçersiniz. Ölçemediniz ölçtürürsünüz. Deneyimi de anlarsınız. Doğru ve izanlı, haddini bilen adamı nasıl anlarsınız. Öz geçmişler kimin doğru, kimin çalışkan, kimin izanlı kimin haddini bilen düzgün insanlar olduğunu yansıtmazlar. Tahkikat yapmazsanız referanslar bile size kişilerin gerçek yüzlerini yansıtmayabilirler. Haddini bilen kişi deyip geçmeyin. Haddini bilmek bir şeye boyun eğmek, onu öyle kabullenip sesini çıkarmamak demek değildir. Aksine haddini bilmek; kişinin yapabileceği şeyleri ve yapamayacaklarını bilmesi ve durması gerektiği yerde durmasını bilmesidir. Tanıdığınız kişileri bilgi ve deneyim dışında kalan izan ve haddini bilmek gibi kriterlerle bir değerlendirmeye çalışın. Ben hem yöneticilik yaptığım yerlerde hem de yönetildiğim yerlerde defalarca yaptım. Tecrübeme dayanarak söylüyorum çok eğitici bir deneyimdi. Eğitici olduğu kadar hatalarımdan öğrenmek konusunda öğreticide oldu.
Maalesef işe eleman alırken kullanılacak bir sürü yaklaşım ve teknik arasında izan ve haddini bilmek gibi tanımları bile müphem hasletleri ölçecek ne bir ölçü var ne de ölçülmesi için bir gayret. Sonunda “çalıyor ama çalışkan” veya “tembel ama becerikli” gibi saçma sapan gözlemler yapan, “hırsız ama…” veya “katil ama...” gibi şeyler söyleyen insanlar çıktı ortaya. Hırsızın, katilin aması olmaz. Bilgili ve deneyimli diye işe aldığımız, makam sahibi yaptığımız, yetki verdiğimiz bir sürü insan herhangi bir utanma emaresi göstermeksizin izansız ve haddini bilmez davranışlarıyla çalıp, katlediyor. Ne utanç ne de suç kültürleri olmadığından yaptıkları insanı şaşkına düşürüyor.
Ülkemizin başına gelen belalardan liste başlarında yer alan 12 Eylül darbesi sonrası olan bir olayı nakledeyim. Biliyorsunuz cunta devrin sıkıntılarının neredeyse tamamını üniversitelerin üstüne yıktı. Hala ne işe yaradığını anlayamadığım YÖK diye cuntaya yakışan ‘yüksek’ lakaplı bir kurum kurdu. Ben o sıralar ODTÜ’de öğretim üyesiydim. Rejime yakın bir gençlik arkadaşım bana “Biliyorsun rektör, dekan ve bölüm başkanları seviyelerinde değişiklikler yapılacak bu arada Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanlığı’na da seni önerdiler’ diye bir ağız aradı. Kendisine “Benim böyle bir teklifi kabul edecek kadar izansız biri olduğum kanısını sizlerde uyandıracak ne yaptım?” deyince bu konuyu kapattı onu bana kimler gönderdiyse onlara benim cevabımı aynen naklederse hakkımda iyi olmayacağı için bunu yapmayacağını söyledi. Bence benim bunca yıllık tarihi olan Mektep-i Mülkiye’ye gidip de abi hocam dediğim bir sürü insan dahil o kurumun mensuplarına “Merhaba. Ben sizin yeni dekanınızım” diyebilecek birini arıyorlardı.
1980’li yılların sonunda Boston’da üniversite hocalığı yaptığım sırada zamanın sanıyorum İstihdam, Bilim ve Teknoloji’den sorumlu Devlet Bakanı olan Sn. Tınaz Titiz Boston’a ziyarete gelecek dediler. Bir karşılama komitesi kurulduğunu ve Sn. Bakan’a bir takdim yapılacağını haber aldık. Bir otelde buluşuldu. Bakan ABD’de yerleşik bir sürü Türk asıllı profesörden Türkiye’ye teknoloji transferi konusunu dinledi. Her konuşmacı ülkemizin teknolojik liderliğini ne kadar özlediğini anlatarak yurt dışında yerleşik hocalarımızın, özellikle kendisinin, ülkeye ne büyük faydalar sağlayabileceğini anlattı. En son soru ve cevaplar bölümüne geçildiğinde söz alan ODTÜ kökenli bir matematik profesörü benim için toplantının en önemli sunumunu yaptı: “Sayın bakan arkadaşlarımızdan neleri özlediklerini dinlediniz. Ben de size benim ne özlediğimi aktarmak isterim. Ben bu benim konum değil. Teknoloji transferi ve bunun yolları konusunda ne çalışma yaptım ne de bir şeyler okudum. Bu konuda bir fikrim ve hazırlığım yok diyen ilim adamlarını özledim” dedi.
Ben “Olur” deyip de Siyasal Bilgilere dekan olsaydım. Herkes en başta cuntayı suçlayacaktı. Nasrettin Hocanın dediği gibi “Hırsızın hiç mi suçu yok?” Bana “Bre densiz böyle bir teklifi nasıl kabul ettin? Cesaretin olmaz demeye yetmiyor idiyse bir bahane de mi bulamadın?” diye sormayacak mıydınız? Kalkıp da sayın bakana bir regresyon modeli ile ülkelerde basılan makale sayısıyla milli gelir arasında yüksek bir korelasyon bulduğunu ve bu nedenle bilimsel araştırma ve yayınlar için fon ayrılarak bunların teşvik edilmesi gerektiğini anlatan sayın makine profesörüne “Efendi saçmalama. Haddini bil. Milli gelir yayın yapıldığı için yükselmiyor. Milli geliri yüksek ülkelerde zaten çok yayın yapılıyor” diyerek onu azarlamayacak mısınız?
Diyeceğim o ki hırsızın hiç mi suçu yok. Bu kadar liyakatsiz, izansız ve haddini bilmez insanı işe alan, makam sahibi yapan, yetki verenleri eleştirelim ama bu işlere giren, makamı kabullenen, yetkiyi kabullenenlerin hiç mi suçu yok? Onları işe alan, makam sahibi yapan, yetki verenler bunun sorumluluğunu illaki taşısınlar ama işlere giren, makamı kabullenen, yetkiyi kabullenenlerin de bir sorumluluğu olmalı.
Sağlıcakla kalın