İstisnanın gücü
Malumunuz iktidar bloğunun söylemi mevcut koalisyonu üç “değilleme” altında tanımlıyor. Bunlar: “bu bir ittifak koalisyon değil”; “biz müzakere ederiz [muhalefet gibi] pazarlık değil”; “bizimkisi anlayış birliği çıkar birliği değil”. Bu önermelere itiraz eder, bunların gerçek olmadığı iddiasında bulunursanız, aslında işler kolay. Zira bu yaklaşımdan türeyecek olan, hiçbir beklenmedik yanı bulunmayan, bir siyasi polemiktir. Paradoks tam da tüm bu “değillemeleri” “doğru” kabul ettiğiniz, iktidar bloğunun gücünü teslim ettiğiniz, noktada başlıyor. Bu kabulün mantıki zeminini ise iki partinin “milli meselelerde ortak fikirlere sahip” olduğu savı oluşturuyor. Elbette gündem teşkil eden mesâil-i mühimme-i siyâsiyye, (önemli siyasi meseleler) Ali Fuat (Türkgeldi) Bey bu isimdeki eserini yüz seneden uzun zaman önce kaleme aldığında da daha öncesinde de bugün de sadece ana milli konulardan oluşmuyor. Üstelik milli meselelerinden kafasını kaldıramayan, gündemi sadece ve sürekli bunların baskısı altında bulunan, müzmin biçimde beka sorunuyla başı sıkıntıda bir ülkenin siyasetine başarılı da denemez. Zira bu durum tüm olası çabanıza rağmen söz konusu meseleleri çözemiyorsunuz anlamına gelir. Burada da kuşkusuz ya bir yöntem, ya uygulama veya tercih yanlışı mevcuttur.
Ama gelin, şimdilik konunun bu boyutuna takılıp kalmayalım. Sıraladığım “değillemeleri” ve bunlara zemin teşkil eden “sav”ı geçerli kabul edelim. Kendi adıma zaten Cumhur İttifakının, ittifak siyasetini yürütmek noktasında rakiplerine göre verdiği görüntünün yapay olmadığı kanaatindeyim. Fakat yine fikrimce tam da iktidar bloğunun sözünü ettiğim koalisyon dinamiklerinin gücünden sistemin yapısal zaafı, paradoks, doğuyor. Bu sebeple söz konusu zaafı net biçimde görebilmek için tam da bu noktaya bakmak lazım. Paradoksun ilk boyutunu geçtiğimiz 29 Aralık’ta kaleme aldığım yazımda (Mecelle’ye yeni kural) izah etmeye çalışmıştım. Bu yazıda o konuyu bir miktar daha açacağım. Özetlersek iddiam şu: CHS’nin sergilediği sürdürülebilirlik kudreti sistemin kurumsal mukavemeti ile ilgili olmaktan ziyade ittifak ortağı MHP’nin Türkiye’nin siyasetinde mevcut münhasır konumundan kaynaklanıyor.
Bu çerçevede Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP), klasik anlamda bir siyasi parti olmadığı tespit edilmeli. İsmiyle müsemmâ, MHP, öncelikle bir harekettir. Kimliği, kendisine dair algısı budur. Bu kimlikle barışıktır. Devamla MHP, Soğuk Savaş konjonktüründe, Türkiye’ye has koşullarda örgütlenmiş bir hareket partisidir. O koşullarda rekabetçi siyaset alanına girerek partileşmiştir. Türkiye siyasetinin sağ-muhafazakâr karakterinin “anti-komünist, milliyetçi” sigortası rolüne sahiptir. Dayandığı Türkçü-Turancı gelenek üzerinden, “devlet-i ebed müddet” ifadesinde idealize edilmiş bir eylem, fikir ve özne olarak “devlet” için ve “devlet” adına, belirleyici denge olmak misyonuyla yola çıkmıştır. Bu haliyle MHP, bir dava olarak tanımlanan “ülkücülük” özel haliyle “Türk milliyetçiliği”nin adresidir. İnananları için söz konusu “dava”nın “Türklük” üzerine inşa edilmiş kutsiyeti açıktır. Bununla birlikte bu durum ülkede, aynı şekilde Türk kimliğini merkeze alan, farklı “milliyetçilik” anlayışlarının mümkün, meşru ve var olduğu gerçeğini yadsımaz. Bu noktada Kürt siyasi kimliği etrafındaki tartışmaya girmiyorum dahi…
Konumuza dönersek en özcü haliyle, söz konusu davanın amacı onu benimseyenlerin atfettiği mânâ ve çerçevede Türk devletinin devamlılığıdır. Söz konusu amaç hâsıl olduğu müddetçe partinin fiilen iktidarda olması gerekmez. Yeter ki dava ve onun temsilcisi ülkücü hareket ve elbette partisi MHP, bu amaca doğru yürünmesinden belirleyici olsun, bunu sağlayabilsin. Bu sebeple MHP’nin temel meselesi ve anlayışı makam sahipliğiyle özdeşleşmiş bir iktidar değildir. Dolayısıyla MHP Genel Başkanı da üzerinde partiyi iktidara taşımak baskısı, mükellefiyeti, mesuliyeti, misyonu taşıyan alışıldık, normal bir siyasetçi, klasik bir genel başkan değil, liderdir. MHP kendini bu “şuur” içerisinde konumlar. Bu hem bir en düşük ortak payda hem de yeri doldurulamaz bir “dava” teşkil eder. Öyle ki MHP’nin siyasi gündemi âdeta bu alanla sınırlıdır ve bu öncelikle belirlenir. Normal koşullarda siyasetin ilgilendiği, örneğin ekonomi politikası gibi, başlıklar MHP’nin siyaset yapış biçiminde, hatta seçmenle kuruduğu ilişkide, belirleyici olmayabilir. Dahası kimi zaman esas, mühim davaya dair gündem tahtında bunların konuşulması, beklenen “şuur” ve “ciddiyete” aykırıymış gibi bir havanın mevcudiyetinden söz edilebilir.
Devlet Bahçeli’nin “50+1”e kuvvetle sahip çıkmasının nedeni de MHP’ye bu noktada sağladığı belirleyicilik imkânıdır. Unutmamak gerekir ki Cumhurbaşkanı’nı halkoyuyla seçilmesi ve “50+1” esasen, MHP’nin “[H]ayır…Yani kahverengi” oy verdiği 2007 Anayasa referandumu ile getirilmiştir. Özünde MHP’ye ait bir fikir değildir. Ancak 2015 ve 2016 yıllarının siyasi gelişmelerinin yarattığı ortamda MHP kilit rolde bir siyasi aktör oldu. Bu süreç içerisinde “50+1” MHP açısından siyasi konumlamasının temel dayanak noktası, güç çarpanı, düzenleyici ilke (ordering principle) konumuna geldi. 2007’de Anayasa’nın 102. maddesinde düzenlenen bu husus, MHP’nin bu defa “evet” dediği 2017 referandumunda 101. maddede dercolundu. Malumunuz, 2017 değişikliği CHS’ye geçişi sağlarken Cumhurbaşkanı’nın tarafsızlığını ortadan kaldırıyor ve yürütmenin başına geçiriyordu. Ancak, AK Parti hızla kimi gerçekliklere “uyandı”. Daha 2017 Kasım’ında Hürriyet yazarı Abdulkadir Selvi, Erdoğan’ın; “Nereden çıktı bu yüzde 50 artı 1? İlk turda en fazla oyu alan seçilseydi...” dediği iddiasını köşesine taşımıştı. 2019’da Faruk Çelik, bir dizi sosyal medya mesajıyla, “Türkiye sosyolojisi ve ekonomisi yüzde 50 artı 1 oy yükünü çekemez”, demiş, sistemin sürdürülebilirliğini sorgulamıştı. 2021’de çarşı bu defa Saadet Partisi lideri Temel Karamollaoğlu’nun 10 Kasım’da Erdoğan ile yaptığı görüşmede Cumhurbaşkanının kendisine “sistemi istikrar vurgusuyla” savunduğunu; ancak, “50+1’in mahsurlu olduğunu anladık. 50+1’i o zaman bu kadar sıkı bir şeye bağlamamamız gerekirmiş. Onun farkına vardık” dediğini söylemesiyle karışmıştı. Bu sözler Cumhurbaşkanlığınca yalanlanmamış, ardından Cemil Çiçek "50+1”in “ciddi problem çıkardığını”, “gelecekte de çıkaracağını” ve “Türkiye’yi bir kaosa sürükleyeceğini" ifade etmişti. O vakit tartışmaya sosyal medyadan katılan Şamil Tayyar ise “50+1”in Cumhurbaşkanı’na ve sisteme kurulmuş bir “tuzak” olduğu, AK Partinin seçimi kazanarak, sözlerinden öyle anlaşılıyor ki MHP dahil, kimseye “takılmadan” “50+1”i değiştirmesi gerektiği kanaatini belirtmişti. Tartışmaya tekrar katılan Çelik ise, partilerin CHS vasıtasıyla “merkezde bütünleşeceğinin” umulduğunu “ama [bunun] olmadığını” tespit ediyordu. O tarihte açık ki Çiçek’i muhatap almayı seçen Devlet Bahçeli; "Yüzde 50+1 oyu eleştirenleri anlayışla” karşılamanın, “makul bulmanın” “abesle iştigal” olduğu nitelemesini yaparak; Çiçek’in ifadelerinin “tuhaf”, “tahrip gücü yüksek” ve “Türkiye'nin istikrarsızlığa gömülmesini”, “siyasi anlaşmazlıkların içine düşmesini isteyen çevreler” ile örtüştüğü eleştirisinde bulunmuştu.
Tüm bu ifadelere bakılınca, siyasetin doğasıyla uyumlu olmamakla birlikte, MHP’nin siyaseten müstesna kimliği sayesinde doğumu ve bugüne kadar hayâtiyeti mümkün olan CHS’nin sürdürülebilirliğini, en azından bunun kapsam ve koşullarını, sorgulamak herhalde anlamlı ve ülkenin gelecekteki siyasi istikrarı açısından yapılması mühim bir iş oluyor. Devam edeceğiz…