İşte Hendek, İşte Deve…
Parlamento seçimlerinden sonra ikinci tura giden cumhurbaşkanlığı seçimleri de tamamlandı. Cumhur İttifakı adayı Sayın Recep Tayyip Erdoğan seçimleri kazanarak cumhurbaşkanı oldu. Öncelikle bu neticenin ülkemiz için, yarınlarımız için, çocuklarımızın geleceği için olumlu sonuçlar vermesini, hayırlı olmasını dileyelim. (Okuyucuya dostane uyarı parantezi: Sosyoloji ve karar alma kuramına dair kuramsal akıl yürütmelerden sıkılıyorsanız aşağıdaki ilk iki satır ve üç paragrafı geçip sonraki kısmı okumanız şayan-ı tavsiyedir. Sonra demedi demeyin…)
Seçimlerden sonra Türkiye’mizin medya mecralarında favori soru şudur: Seçmen ne mesaj verdi?
Bu soru esasen temel varsayımı ve mantığı bakımından sorunlu, neredeyse klişe, bir sorudur. Bununla birlikte sorulması da katiyen mecburidir. Temel varsayımı ve mantığı bakımından sorunlu diyorum çünkü sorunun cevaplanabilir olduğuna ilişkin yaklaşımın önkabulü, seçmen kitlesinin bireysel kararlarının neticesi ortaya çıkan sonucun, üzerinde ortaklaşa (kolektif) olarak uzlaşılmış bir mana (mesaj) taşıyan eşgüdümlü (koordine) bir davranış oluşturduğudur. Ancak, mesaj verdiği kabul edilen seçmen elbette tekil iradeye sahip bir özne teşkil etmez. Seçmen(ler), bir araya gelip; “Şu kadarımız buraya, bu kadarımız da buraya oy versin, netice de şöyle çıksın”, demiş değil(ler)dir.
Bununla birlikte bu tümüyle manasız bir soru değildir. Zira, kolektif bir mana atfedilmeye çalışılan aslında davranış değil onun çıktısıdır. Anlaşılmaya çalışılan bu çıktının toplumun “kolektif bilinçaltında” neye karşılık geldiği meselesidir ki buradan aynı toplumun gelecekte ne tür gelişmelere nasıl tepki verebileceği üzerine kestirimde bulunulabilsin.
Sorunun ikinci sorunlu kısmı ise yöneltildiği uzmanların da sözü edilen kitlenin bir parçası olmalarıdır. Neden derseniz, çünkü söz konusu uzmanlar da içerisinde yaşadıkları toplumun etkilendiği koşullardan etkilenmektedirler. Bütünüyle tarafsız olmaları zordur, ciddi birikim gerektirir. Ayrıca, bu uzmanlar da vatandaş konumlarıyla aynı sorunlarla boğuşurken seçim yapmış, oy kullanmış, çıktının oluşmasının paydaşı olmuşlardır. Parçası oldukları kitlenin davranışına (mesajına) ilişkin yorumda bulunurken, bizzat oluşumuna katkıda bulundukları kararları (çıktıları) yorumlarken, kendi öznel nedenleri ve önyargılarıyla yaptıkları tercihin kendileri açısından nedenselliği her neyse, o kalıba, o düşünce modeline uygun açıklamalara yatkınlık göstermeleri beklenmelidir. Neticede uzman dediğiniz, parçası olduğu kitleyi dışarıdan bir bakışla anlamaya çalışmak gibi zor ve minnetsiz bir iş yapmaktadır. Üstelik ortaya çıkan sonuçtan kendi şartları nispetinde etkilenecektir ve muhtemelen, buna ilişkin kaygıları da yorumunun tonunda, bakış açısında etkili olacaktır. Netice itibariyle kimse kitlenin sözcüsü değil. Kitlenin kendisinin dahi “kolektif bilinçaltına” hâkim olduğu tartışmalı. Uzman kişiden yapması beklenen iş zor sözün kısası...
Ama bunlar bizi yıldıramaz! Köşenin hakkını vermek lazım. O yüzden ben de, neden güvenmemeniz gerektiğini yukarıda uzun uzun anlattığım, yorumumu yapayım: Rahmetli Barış Manço’dan tam 52 sene sonra seçmen de “İşte hendek, işte deve” dedi! Neden mi?
Ekonominin hali malum. Halkımız güvenlik ve kimlik tartışmalarının tencereden daha önemli olduğunu düşündü görüşünde olanlar var. Ben bu görüşe iştirak etmiyorum. Görüntünün, bizzat izlenen ekonomi politikasının uzun dönemde büyük bedeller yaratacağından çekindiğim kimi unsurları sayesinde, böyle olduğunu düşünüyorum. Bu geciktirici unsurlar, taşıdıkları maliyet şu an için yalıtılmış, yansıtılmış, ve aktarılmış bir kısmımız açısından bir sabır parantezinin açılmasını mümkün kıldı. İşte bu parantezin gölgesinde millet Cumhur İttifakı’na: “İçerisinde haşlandığımız tencerenin ateşini sen yaktın. Sonu da iyi gelecek diyorsun. O halde al bakalım yetki; İşte hendek, işte deve”, dedi. Ancak, burada Muaviye’nin yaptığı gibi dişi devenin erkek olduğunu bir zaman için kitleye kabul de ettirseniz, deve hendeği atlayamazsa işler karışık…
Kamu görevlileri ve siyasiler açısından istifa denilen ve resen (kendiliğinden, edenin kendi tercih ve kararıyla) işleyen kurumun bile bir af, şükran ve müsaade müessesine dönüştüğü bir ülkede, öyle görünüyor ki Sayın Mehmet Şimşek ekonominin sorumluluğunu almak için pazarlık edebilecek kadar güçlü konumda. (Laf aramızda parantezi: Hoş bizde kimse hiçbir yerden istifa etmediği için bu af, şükran ve müsaade müessesi durumu bile kurumun kurumsallaşması açısından önemli addedilebilir!) İzlenilen ekonomik politika çerçevesinin uluslararası finans çevrelerinde bir kredibilitesinin kalmadığı anlaşılıyor. Kaynak da orada. Halının altına süpürülen sorunlar muhtemelen Mart 2024’teki Yerel Seçimlerden evvel halka daha da çok yansıyacağı için sıkıntı tabana daha da çok yayılacak. O kaynağa ihtiyaç var. İşte bu noktada güvenilirlik meselesi devreye giriyor. Sayın Şimşek’in elindeki pazarlık kozu, yani kredibilitesi buradan kaynaklanıyor.
Esasında mesele Sayın Şimşek’in değil, iktidarın ve ekonomik tercihlerin kredibilitesi. Şimşek kendininkini iktidara tahvil edebilirse bu konuma gelmesinin bir anlamı olacaktır. Şimşek’in faydasının görülebilmesi için kredibilitesini iktidara ve ekonomi siyasetine eksiltmeden aktarabilmesi gerek. Bunun için gerekli aktarım mekanizmasının üç unsuru bulunuyor. Öncelikle yetkisinin açık olması, tercih ettiği ekibi uygun gördüğü konumlara getirebilmesi lazım. Ardından bu ekibin uygulayacağı politikaları belli bir zaman sıkıntısız sürdürmesi gerekecektir. Nihayet bu politikalar sürerken söylemin tutarlı biçimde oluşturulması, seslerin ve yetkilerin birbirine karışmaması gerekiyor. Aksi takdirde olan Şimşek’in kredibilitesine olacak, bunun da kimseye faydası olmayacaktır. Benim gördüğüm o’nun derdi de bu. Bu sebeple yetki ve kontrol istiyor. Ancak bunun da yeterli olacağı şüpheli. Zira yarın öbür gün o da affedilebilir ya da pasivize edilebilir.
Sözün özü; Hendek gerçekten geniş ve derin…