İşte Ağustos da geçiyor
Eskiler, Ağustos’un yarısı yaz, yarısı kış demişler… İşte o yarısı geçti bile. İklimler değişiyor. Uzun sürmüş sıcak yazların yaşandığı mevsimler çok gerilerde kaldı. Bazen yağmurlar yağıyor, rüzgârlar üşütüyor; bazen güneş kavuruyor, nem buharlaştırıyor... Benim anlatacaklarım çocukluğumun sıcak yazlarından, “çok sıcak, çok sıcak sabahlara kadar uyuyamadım” sözcüklerinin biteviye kulaklarımızda yankılandığı günlerden…
Sanki hep sıcakmış, hep yaz aylarındaymışız gibi hissederdik... Çocukluğumun o sıcak yaz aylarından yalnızca sıcağı anımsamıyorum tabii ki… Anı dağarcığımı şöyle bir karıştırdığımda karşıma neler çıkıyor neler:
Yaz mevsimi, o senelerin tatil mekânları Yalova’ya, Bursa’ya, Erdek’e, İzmir’e seyahatler demekti benim için… Yalova Gökçedere’de, Büyük Otel ve Termal; Bursa’da Gönlüferah otelleri, Uludağ’a çıkarsak Otel Fahri… Güneşe yakalanmamak için sabahları Çekirge’den öğleden sonraları Yeşil’den bakardık Bursa ovasına... Yeşil’in “çaaaaaaaayyyyy” diye en az birkaç dakika bağırarak arada seslenenlerin veya işaret edenlerin siparişlerini toplayan garsonunu hiç unutmuyorum, Erdek’teyken Burhan ve Orhan amcaların Ener Otel’inde, bazen Böcek Ahmet’in kampinginde kalırdık.
O yıllarda klimalı odalar nerede?! Meselâ İzmir’de pencereler yetmez, sıcaktan otel odalarının kapılarını açık bırakıp uyurduk. İzmir demek Kültür Park demek, en keyifli programların yaşandığı fuar gazinolarında zamanın en ünlü sanatçılarını örneğin Ajda Pekkan’ı, Zeki Müren’i dinlemek demekti… Çoğunlukla annem, babam ve bendik… Bazen de anneannem ve dedem de katılırlardı bizlere… Onları öyle çok özlüyorum ki…
Büyük Otel’in bahçesi kocaman ortancalarla doluydu. Deniz İşletmeleri’nin bir zamanlar gemilerde kullandığı Alman gümüşleriyle servis yapılırdı. Şifalı Gökçedere kaplıcalarında banyo alır, hemen yanındaki Göz Suyu’nda gözlerimizi yıkardık. Hep ağustos böcekleri öterdi, akşamüzerleri Büyük Otel’in yanındaki Apostol Tepesi’ne tırmanır, orada ayın doğuşunu/batışını, günün ağarmasını, güneşin batışını beklerdik.
Yaz ayları demek uzun yürüyüşler, çiçek kokuları, bir iskeleden saatlerce olta sarkıtmak, tuttuğum kaya balıklarını, birkaç deniz minaresini deniz suyu dolu bir kovada beslemek demekti. Oltama lapina takılırsa renklerini hayranlıkla seyreder, sonra kıyamaz yeniden suya bırakırdım. Kayık salıncaklarda sallanır, tahteravallilere binerdik.
Büyük Otel’in müdürü Hamza Bey’in çocukları, Ener Otel’in sahiplerinden Burhan Bey’in kızı Emel değişmeyen yaz arkadaşlarımdı… Erdek sahilinde, otelimizin az ötesindeki Alevok Otel’in önünden geçerken “yazar Mebrure Alevok’un bu otel, bizde kitabı var” diye böbürlenirdim...
Ve uçanbalonlar… İllâ ki tuttururdum “ballôôn, ballôôn” diye… Kaçırmamam için bileğime iple bağlananan o balonla göğsümü gere gere yürürdüm… Evde ipine kibrit kutularından oluşan bir sepet bağlar, onu daha sonra okuyacağım Jules Verne’in Balonla Beş Hafta romanındaki gibi uçururdum... Ertesi sabah gazı kaçınca buruşur, boyaları çatlardı balonun. Bir topa dönüşen şekline hüzünle bakar, bir yenisinin hayalini kurmaya başlardım…
Evimiz bahçeliydi, yemeklerimizi dışarıya kurduğumuz masada yerdik. Mevsimsiz yaşadığımız düzenli şey ise her sabah radyoda “Arkası Yarın”ı dinlemek, Perşembe akşamki “Radyo Tiyatrosu”nu dört gözle beklemekti.
Şehrin hemen kıyıcığında, hattâ ortasında bulunan kırlara gidip piknik yapar, yemeklik otlar toplardık. Hünkâr Suyu’nun soğuk havuzu içine bıraktığımız – artık bulunmayan – siyah iri çekirdekli, yemyeşil karpuzlar çatlardı. Şezlong kiralayıp keyif yapardık…
Yüzmeyi çabuk öğrenmem için - eşek şakası yaparak – birileri Erdek’te iskeleden suya atmışlardı beni ve boğulmadan yukarıda kalmayı başarınca gerçekten yüzmeyi öğrenmiştim…
Büyük Otel’in önündeki yamaçtan (50 metre kadar) yuvarlanmış aşağıdaki inşaatın temel betonuna kafamı çarpmıştım. Açılan iki deliğin izleri hâlâ duruyor…
Evin bahçesindeki meyve ağaçlarından dutu yere serdiğimiz çarşaflara silkeler, şeftalileri, kirazları dallarından koparıp yerdik…
Gül yapraklarından yaptığı leziz şurubu – yıllar sonra sevgili Melisa Gürpınar’ın evinde yeniden içmiştim, sevgili dostumu hep özleyeceğim – terlemiş küpten maşrapayla aldığı serin suyla karıştırıp sevgisini de katarak serinlemem için verirdi (bana tonton dediği için kendisine “totoş” diye seslendiğim) anneannem...
Yaz deyince anılar gözümün önünden bir film şeridi gibi geçip gidiyor, yazacak daha çok şeyler var, ama bugünkü bu kadar devamı bir başka yazıya…