İş dünyası ve bir türlü çözülemeyen STK sorunu
Türk sanayicisinin ve ihracatçısının çözülmeyi bekleyen birçok yapısal sorunu var, bu hepimizin malumu. Lakin Türkiye sanayisinin ve ihracatının yapısal sorunları ve çözümlerini dile getiren çok az sayıda sivil toplum örgütü başkanı var.
Türk iş dünyasının yaşadığı en temel sorunlardan biri de “iş dünyası sivil toplum örgütleri’’ problemidir. Bu sorun en az “personel bulamama’’ ya da “kaliteli finansmana erişememe’’ sorunu kadar önemli bir sorundur.
Maarif Vekili Hasan-Ali Yücel’in Birinci Maarif Şurası’nda yaptığı konuşmada mealen, “Gördüğünüz gibi ortaokul muallimleri ilkokuldan gelen öğrencilerden, lise muallimleri ortaokuldan gelen öğrencilerden, yüksekokul ve üniversite muallimleriyse liseden gelen öğrencilerden şikâyetçi. Hayat ise hepsinden şikâyetçi’ diyordu.
Bana öyle geliyor ki içinde yaşadığımız toplumda bireyin bir sorunu da “hatayı, kötüyü, yanlışı’’ ötekine yıkmak ve tüm sorumluluğu ve sorumsuzluğu diğerlerinde aramak. Belki de kendi günahlarımızdan kurtulmanın tek yolu başkalarını suçlamak.
İngilizce’de “self-reflection’’ kavramının karşılığı kelimenin anadilimiz Türkçede olmayışının nedeni bu olabilir mi bilmiyorum. Bildiğimi sandığım şeyse kendimize bakmadan şikâyetçi olmamız ve hatayı ötekinde aramamız.
Liyakatı sorgulamaya kendimizden başlamalıyız
Kamu kurumlarında “liyakat olmalı” diye söyleniriz lakin şirketlerimizde yeğenimizi ya da akrabamızı müdür, sivil toplum örgütlerinde bize en yakın kişileri yönetici yaparız. Siyasetçileri “koltuklarını bırakmıyorlar’’ diye eleştiririz, oturduğumuz koltukları bırakmamak için kırk takla atarız. Ezcümle; gazetecileri, siyasetçileri, akademisyenleri, gençleri suçlarız ama dönüp aynaya bakmayız. Değişim bir yönüyle de bizimle başlar. Eğer gerçekten siyasetçilerden, bürokratlardan, yöneticilerden, sözü ve gücü elinde bulunduranlardan doğru şeylerin yapılmasını istiyorsak sorgulamaya kendimizden başlamalıyız.
Gelin siyasileri, bürokratları, gazetecileri, üniversiteleri ya da gençleri suçlamak ya da şikâyet etmek yerine taşı bu sefer kendi “mahallemize’’ atalım ve biraz iş dünyamızın sivil toplum örgütlerine bakalım. Türk sanayicisinin ve ihracatçısının çözülmeyi bekleyen birçok yapısal sorunu var, bu hepimizin malumu. Lakin Türkiye sanayisinin ve ihracatının yapısal sorunları ve çözümlerini dile getiren çok az sayıda sivil toplum örgütü başkanı var. Çoğunluğun söylemi de büyük oranda aynı.
Söylemler neyi ifade ediyor, sorun çözücü olabiliyorlar mı?
Herkes bildiğinden çok emin, kimsenin söylediğinden en ufak şüphesi yok. Çünkü bize öğreten ya da aktaran biliyor gibi gözüküyordu, bizde onu tekrar ettiğimizde beliyoruz sandık. Söylemlere dikkatli bakacak olursak bu nedenden dolayı devamlı aynı sarmalın etrafında dönen tespitler var. Tespitlerin aynı olmasından daha büyük problemse bu tespitlerin yüzeyselliği…
Mesela “rekabetçi kur’’ söylemi. Nedir rekabetçi kur? Bu teoriyi kim ortaya atmış? Benim rekabetçi kurdan anladığım, Türk Lirası’nın döviz kuru karşısında değer kaybetmesiyle ihracatın artacağını ve ithalatın azalacağını öne süren bir sav. Peki, velev ki bugün 1 dolar yaklaşık iki kat değer kazanarak 60 Türk lirası oldu. Türkiye ihracatı sizce ne kadar artar? Yıllık 250 milyar dolar civarı olan ihracatımız 350 milyar dolara ulaşır mı? Peki, doların bu seviyelere gelmesi enflasyonu nasıl tetikler? Akabinde faizler ve ihracatının yaklaşık %70’ı ithal girdiye bağlı olan sanayide durum ne olur? Özetle aynı sorunların etrafında dönen bir ekonomiyle karşı karşıya gelmez miyiz? Bildiğimi sandığım şey, bizim artık ihracatta büyüme beklentimizin sadece TL’nin değersizleşmesiyle olmaması gerektiği.
Günceli gündem yapmayan bir anlayış gerekli
Evet, biz duygusal bir toplumuz lakin kurumlar us ile yönetilmeli. Biz üyeler her ne kadar gündemi güncelimiz yapsak da iş dünyası sivil toplum örgütleri güncelin ötesinde olaylara bakabilmeli ve sorunlarımızı kavrayabilmeli. Çünkü günceli devamlı gündem yapmak demek aynı sorunların etrafında patinaj çeken iş dünyası demek oluyor.
Bir üyesi olarak gördüğümü sandığım şey; iş dünyası STK’ları, iş dünyasının sorunlarını tespit ve teşhis etmede yani sorunları tam anlamıyla ele almada, dünyayı incelemede, kavram, değer ve çözüm üretmede sorunlar yaşıyor. Tabi ki bunu tüm STK’lara mal edemem. Bunu iyi yapmaya çalışan STK’larımız da var. Bu genellemeyi “düşünmek biraz genelleme yapmak’’ olduğundan yapıyorum. STK temsilcilerinin yaşanan bir sorunu ele alışı, kamuoyunda işleyişi, kamuya çözüm önerileri sunması sorunun idraki ve çözümü için çok önemli.
Yoksa sadece “enerji maliyetleri çok pahalı’’ demek pek de anlamlı değil gibi geliyor. Bunun bir karşılığı yok. Enerji ihtiyacının yaklaşık %75-80’nini ithal eden bir ülkede, döviz kurunun yükseldiği bir zamanda enerjinin ucuz olması beklenebilir mi? İş dünyasının cari enerji sorununa, bu sorunu doğuran kök nedenlere ve en önemlisi sorunun çözümü için çözüm önerilerine ihtiyacı var.
Sorunun tespiti ve çözüm metodolojisi ne olmalı?
Meramımı daha iyi anlatabilmek için bir örnek daha vermek isterim. Medyada gördüğümüz birçok STK temsilcisinin, sanayicilerimizin “insan kaynakları’’ sorununu, sadece “fabrikalarda çalışan bulamıyoruz’’ ya da “gençler fabrikada çalışmak istemiyor’’ olarak ele alması ne kadar doğru? Dikkat edin insan kaynağı problemi yok demiyorum. Bu sorunu ben de kendi fabrikamda yaşıyorum. Dikkatinizi çekmek istediğim yer sorunu ele alış biçimi. Dünyada bu problemi sadece biz mi yaşıyoruz? Karikatürize etmek için soruyorum; çözüm önerimiz sadece meslek liselerinin sayısının artırılması mı? Meslek liseleri arttığında bu problemi çözebilecek miyiz?
Bana öyle geliyor ki; “çalışan bulamıyoruz’’ demek yerine iş dünyası STK’ları yaşanan bu sorunun çözümü için dünyaya bakmalı ve bu sorunu tarihsel, sosyolojik, kültürel birçok farklı disiplinle incelemeli. Mealen söylüyorum, dünyada ekonomiler önce tarım, sonra sanayi, sonra da hizmet sektörlerinde büyüyor. Hizmet sektörü büyüdükçe de sanayiden insan kaynağı alıyor. Doğal olarak insanlar sanayide çalışmak yerine daha iyi imkânlar sunabilen hizmet sektöründe çalışmak istiyor. Sanayi devriminin beşiği İngiltere’de bile bu yaşanmış. Şu an 1,4 milyar nüfusa sahip Çin’de dahi bu sorun cari olarak yaşanıyor. Bizim ülkemizde de hizmet sektörü her geçen gün büyüyor ve sanayiden insan kaynağı transfer etmeye devam ediyor. Bu nedenle de insan kaynağı problemi gün geçtikçe artarak devam edecek gibi gözüküyor.
Amacım “sorun bu, çözümü de bu demek’’ değil. Bir sorunu ve çözümünü bir tikelle açıklamanın doğru olmayacağını biliyorum fakat bence izlenmesi gereken metodolojiyi anlatmak için kısada olsa bu örneği vermek istiyorum. İngiltere o dönemin koşullarında sanayiden hizmet sektörüne geçen İngilizlerin yerine, Hindistan, Pakistan, Bangladeş’ten getirdiği kişileri yerleştirmiş. Çin ise cari olarak yaşadığı bu sorun için otomasyon ve dijitalleşme konularında bence önemli adımlar atıyor.
STK’lar sorunların çözümünde kamuoyu yaratmada ne kadar başarılı?
Ülkemizin büyüme stratejisinin sanayi ve ihracat üzerine olduğunu ve bunun yanında üretici firmalarımızın %95’inden fazlasının KOBİ düzeyinde olduğunu düşünürsek, kamuya KOBİ’lerimizi geleceğe bu yönüyle de hazırlamanın önemli olduğunu vurgulayabilir, kamudan üreticilerin otomasyon ve dijitalleşme yatırımlarında vergi muafiyeti ve finansmana ulaşım kolaylığını isteyebilir miyiz? STK’lar olarak bununla ilgili kamuoyu yaratabilir miyiz?
Tabi bunlarda yetmez, bunun yanında aynayı biraz da kendimize tutmamız gerekiyor sanki. Artık yeni bir dünya var. Gençleri anlamaya çalışmamız gerekiyor. Sanayide personel bulma problemini azami ölçüde yaşamak istiyorsak insan kaynağımıza sahip çıkmalı; çalışanlarımızın kariyerlerini planlayarak, şans vererek, dönüşen dünyada mesleki eğitimlere devam ederek çalışanlarımızı daha iyi şartlarda çalıştırmak zorundayız.
Un var, şeker var, yağ var fakat yaptığımız helva Batılılarınki gibi olmuyor.
Markalaşma, tasarım, inovasyon, katma değerli ihracat kelimelerinin çokça enflasyonunu yapsak da bu konularla ilgili söylenenlerin doğru olduğunu söyleyebiliriz. Markalaşmalıyız, inovasyona önem vermeliyiz, katma değerli ürün üretmeli ve ihraç etmeliyiz.
Kuş bakışı baktığımızda; devletin bu konularda destek ve teşviklerini incelediğimizde, sorun yok gibi gözüküyor. Kamu kurumları mümkün olduğunca bu süreçleri destekliyor. Üreticiler ve ihracatçılar da bu konunun çok önemli olduğunun farkında yani bu tarafta bir idrak sorunu da yok. Sivil toplum örgütleri kendilerince tasarım ve inovasyon ödül törenleri ve inovasyon haftası gibi projeler yürütüyor. Üniversitelere baktığımızda bu alanlarda her geçen gün bölüm sayıları artıyor. Peki sonuç?
“Orta-Yüksek ve yüksek teknoloji ürünlerinin üretimde ve ihracatta payı artıyor’’ diyebilirsiniz. Doğru ama bu alanda özellikle savunma sanayisinin önemli katkısını görüyoruz. Konvansiyonel üretimde dikkate değer bir sıçrama yok.
Tabiri caizse un var, şeker var, yağ var fakat bizim helva Batılıların ki gibi olmuyor. Peki neden? Mesela İbni Haldun Mukaddime’de “Araplar şehir yapmayı beceremez’’ der. Bu savını da Arapların çöl göçebesi olmalarına bağlar. Biz de bozkır göçebesiyiz, bu konularda hızlı yol alamamamızın göçebe toplum olmamızla bir ilgisi var mıdır mesela?
Ülkemizde birçok sektörde “uzun vadeli ödeme’’ sorunu var. Paranın üreticiye dönüş hızı sorunlu. Bir başka deyişle firmalarımız büyüse de vade sorunlarından dolayı ellerinde nakit olmuyor. Hafızam beni yanıltmıyorsa AB’de vade sorununun çözümü ve KOBİ’leri korumak için “Combating Late Payment’’ regülasyonu var. Türkiye’de üretici KOBİ’ler için böyle bir regülasyon hazırlanabilir mi?
Elindeki tüm birikimini sanayi arsası ve fabrika inşasına ayırmak durumunda kalan sanayicinin bu konularda finansman yaratma gibi bir problemi var mı? Sanayi arsalarında rantın önüne nasıl geçebiliriz? Gerçekten üretenlere uygun koşullarda sanayi arsası nasıl tahsis edebiliriz?
STK’lar bal yapmayan arı olmamalı
Kültürel kamusal alanın, tarihin, edebiyatın, felsefenin, sanatın bu konularla bir bağlantısı var mı? Markalaşma, tasarım, inovasyon gibi sorunlarımızın bu tarihsel koşullarla bir ilgisi olabilir mi? Bilmiyorum! Ama benim üyesi olduğum sivil toplum örgütlerinden beklentim “Markalaşmalıyız, tasarıma önem vermeliyiz’’ demeleri yerine, antropologlar, sosyologlar, tarihçilerle birlikte farklı disiplinleri içine alarak, dünyaya gözlemleyerek bu konunun muhtemel kök nedenlerine inmeleri ve bu konuları gündemimize almamızın önündeki engelleri kaldırmaya çalışması. Bu örnekleri tabi ki çoğaltabiliriz. Anlatmak istediğim STK’lar aynı şeyleri tekrar ederek kendilerini bal yapmayan arı durumuna düşürmemeli. Tabi ki STK’larımız bir yandan gündelik sorunlarla da ilgilenmek durumunda kalacak ve tıkanan damarları açmaya çalışacak. Fakat bir yandan da yapısal sorunlarımıza derinlemesine bakabilmeli, çözüm üretmeli ve daha aydınlık yarınlar için stratejiler ortaya koyabilmeli.
Sorunlarımız üzerine yüzeysel değil genişlemesine ve derinlemesine düşünmeliyiz
Aslında karşılaştığımız her sorun bir case-study (vaka çalışması). Sorunlarımızın üzerine genişlemesine ve derinlemesine düşünebilirsek, bizi hiç ummadığımız şekilde bizleri geliştirebilir. Tabi düşünmek kadar çözüme çalışmak ve yaşanan sorunu unutmamak da önemli.
Tehlikeli konuları ele aldığımın farkındayım fakat bu konunun altının çizilmesinin, daha yüksek sesle tartışılmasının daha aydınlık yarınlar için yarar görüyorum. Güçlü sivil toplum örgütleri çok önemli. Gelişmiş ülkelerde sivil toplum kuruluşları yasama, yürütme, yargı, medyadan sonra beşinci güç olarak adlandırılıyor.
Değerli iş dünyası temsilcileri, sadece gündemi güncel yapan bir anlayışla yolumuza devam edemeyiz. İş dünyası STK’larının kısa vadeli planlarının yanında orta-uzun vadeli de planları olmalı ama bu planlar sadece rakamsal tablolarda olmamalı. Her sene şirketlerimizde hedefler değerlendirmesi yapılırken STK’larımız da böyle bir değerlendirme var mı sorgulamamız gerekiyor. Kaç derneğimizin, odamızın, birliğimizin 5 yıllık planı var? Sadece hedef koymak da yetmez. Bu hedeflerin değerlendirmesini yapabilmek gerek. Ne hedeflemiştik, neleri başardık, neleri yapamadık? Ne yapsak hedeflerimize ulaşabiliriz?
Tabi yine aynayı kendimize de tutalım. STK’ları da sadece başkanların omuzlarına yükleyemeyiz. Biz üyelerin de yönetimin bir parçası olduğumuzu unutmamamız gerekiyor. STK’larımıza sahip çıkmalı, yönetimin bir parçası olabilmeliyiz.
Ezcümle; Türk iş dünyası sivil toplum örgütlerinin dünyayı iyi takip etmesi, kavram, değer, çözüm üretmesi sanayimiz ve ihracatımız için önemli. Her şeyi siyaset kurumundan ya da yürütmeden bekleyemeyiz. Hatayı, sorumluluğu ve tüm sorumsuzluğu o tarafa yıkamayız. Yapmamız gereken ödevleri zamanında yapmak, değişen ve dönüşen dünyaya hazır olmak zorundayız.
Bugünlerde Alev Alatlı’nın Rüya isimli eserini okuyorum. “Paçozlaşma’’ kavramını ilk kez kendisinden duymuştum. “Aklımızı başımıza almazsak terör falan değil paçozluk dağıtacak bizi’’ diyordu.
Sayın Alatlı “Beyaz Türkler küstüler’’ kitabında da benzer bir tespiti vardı. “Isıtılıp ısıtılıp sofraya sürülen mesnetsiz siyasi tespitler, perdah yüzü görmemiş düşünceler, basmakalıp toplumsal reçeteler, beylik terkipler, incir çekirdeğini doldurmayan gündemler, pireyi deve habbeyi kubbe yapan sığlık.’’
“İhracatçıya özel kur verin’’ talebi Türk iş dünyasının tutumu olmamalı
Seçimden önce STK’larda görev yapan sevdiğimiz bazı arkadaşlarımız ilgili Bakan’dan ihracatçılar için özel kur talebinde bulundu. Bilmiyorum böyle bir teklif sadece bana mı garip geliyor? Bu istek bizi Arjantin ya da Venezüela’ya gittiğimizde gördüğümüz ve çok şaşırdığımız duruma götürmez mi? O dönemde izlenilen para politikaların iş dünyasında yarattığı sonuçları anlatmak ve “bir an önce rasyonel politikalara dönmeliyiz’’ ya da “kurda serbest piyasa koşullarının sağlanması çok önemli’’ demek yerine “İhracatçıya özel kur verin’’ talebi Türk iş dünyasının tutumu olmamalı.
Kur konusunda sözü çok uzatmayayım. Tespitlerimizin ve şikâyetlerimizin aynı olmasının yanında sorunlarımızın ele alışının yüzeysel kaldığını yukarıda söylemiştim. Şimdi gelin medyada ya da yetkililerle yapılan görüşmelerde dile getirilen sorunlarımıza ve söylemlere kısaca bir bakalım.
1- Enerji maliyetleri yüksek,
2- Kur yükseldiğinde ‘kurun istikrarlı olmasını lazım’’, kur sabit kaldığında ‘’rekabetçi kur olmalı’’,
3- Enflasyon yüksek,
4- Faizler yüksek,
5- Finansmana ulaşım zor,
6- İşçi bulamıyoruz,
7- İnsanlar ve özellikle gençler iş beğenmiyor,
8- Katma değerli üretim yapmalıyız,
9- Markalaşmak gerek,
10- Eğitim sorunumuz var (Meslek liseleri gerek ve üniversiteler mühendis yetiştiremiyor)
Bakın burada başka bir tehlike daha var. Toplumda bir şey ne kadar çok söylenirse yani tekrar edilirse, söylenenler o kadar doğru gibi algılanır. Bununla birlikte; toplum, sorununun sadece bunlar olduğunu zanneder. Halbuki klişeler, sloganlar, ezberler doğru ve derinlemesine düşünmemizin önünde büyük engellerdir.
Kimseyi incitmek istemem lakin Türk iş dünyasının yaşadığı en temel sorunlardan biri de “iş dünyası sivil toplum örgütleri’’ problemidir. Bu sorun en az “personel bulamama’’ ya da “kaliteli finansmana erişememe’’ sorunu kadar önemli bir sorundur. Linç yeme pahasına bunu söylüyorum. Bunları kamuoyunda tartışmanın zamanı geldi de geçiyor bile.