İnce ve falsolu…
Aslında bugün sizlerle hepimizi ilgilendiren gerçek gündemimizin, ülkemizin içinden geçmekte olduğu derin ekonomik buhranın, üzerine hasbihal etmekti niyetim. Odaklanmak istediğim konu da piyasada paraya erişimin nasıl imkânsız hale geldiği meselesiydi. Elbette bu dediğim, biz fanilerin vizyonsuzluğumuzdan anlayamayacağımız sebeplerle, “en ziyade müsamahaya mazhar” konumu kazanmış, ve bu vesileyle “tayınlanan”, kimileri için geçerli değil. Ancak, durum vahim.
Sayın Hazine ve Maliye Bakanımız Nureddin Nebati’nin veciz ifadesiyle “önemsiz”leştirdiğimiz politika faizine rağmen piyasada banka kredi faizleri % 40’lara ulaşmış durumda. O da bulursanız, ki bulamıyorsunuz! Tüketici kredileri dahil, her kategori krediye ilişkin doğrudan veya dolaylı bir kısıtlama muhakkak mevcut. Doğrusu, öyle kafanıza göre ne kredi alabiliyorsunuz ne de verebiliyorsunuz. Bu manada faiz, hakikaten önemsiz.
Öyle değil mi efendim? Erişemediğiniz paranın faizinden size ne(!) Bir yandan düşük faizle parasal genişleme sinyali veriyoruz, diğer yandan finansal baskılama ile sıkı para politikası uyguluyoruz. Başarı bu değilse nedir??? (Laf aramızda parantezi: Bir de Sayın Bakan sayesinde başkalarının ancak hayallerinde görebilecekleri bir başka mucizeye daha imza atmak nasip oldu ülkeye. Cari açığını sırf “açıklamak” suretiyle kapatan ilk ülke olduk! Tam “Olacak o kadar” diyeceğim, aklıma rahmetli Levent Kırca geliyor ve alıyor beni bir gülme. “Neyse”, diyorum sonra kendi kendime; “Kıskananlar çatlasın”…)
Fakat tüm bunlardan konuşmak ne mümkün!? Ülkenin gündemi insanın içini dışına çıkaran bir “roller coaster”a benziyor. Hani şu yükseltilmiş rayları üzerinde 360 derece dönüp, sizi zemine tersyüz eden, yavaş yavaş tepeye çıkarıp, ardından son sürat zemine indiren lunapark hız trenleri var ya, işte onlar. Tam da onlardan birine binmiş de kendimizi kaybetmiş gibiyiz. Öyle bir hava besleniyor ki, yüz yıllık Cumhuriyet tek parti iktidarının sonunu gördü; 624 yıllık imparatorluk çöktü; Kanuni, Fatih, Atatürk öldü de bu devlet yine devam etti ama bugün bir seçimle, bir iktidar değişikliğiyle, sanki memleketin sonu gelecek! İyi mi?
Bu ortamda muhalefet siyasetçisinin ve seçmeninin “çekilecek mi çekilmeyecek mi” diye papatya falına bakmaktan bir hal olduğu Cumhurbaşkanı namzedi Sayın Muharrem İnce adaylıktan çekildi. Sayın İnce’ye ilişkin dolaşıma sokulan görüntülerin ahlaksız bir yapının haysiyetsiz kumpası olduğuna kuşku yok. Görüntülerin gerçek olup olmadıklarıyla da ilgilenmiyorum ve ilgilenilmesinin de abesle iştigal olduğunu düşünüyorum. Öte yandan inanıyorum ki, bu kumpasın amaç ve dinamiğini tartışmak önemli.
Zira, hemen bu olayın akşamına, Cumhurbaşkanı adayı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, Türkçe ve Rusça yaptığı bir açıklamayla, Türkiye’de dolaşımda bulunan içerik montajlarının ardında Rusya’nın bulunduğunu yazdı. Rusya Federasyonu’nun, siber kapasitesini kullanarak 2016 ABD seçimlerine Donald Trump lehine müdahil olduğu iddiaları bir yana, 2022’de Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski’nin Ukrayna askerlerini silahlarını bırakmaya çağırdığı yaklaşık bir dakikalık “derin düzmece” (deepfake) videonun da Rusya tarafından üretildiği yaygın bir kanaat. Ukrayna’da masraflı bir savaş yürüten Rusya’nın, ülkelerin normal koşullarda dahi yapması alışıldık olmayan bir jest göstererek, Türkiye’nin gaz borçlarını ertelediğini biliyoruz. Türkiye’nin döviz rezervlerinin mevcut haliyle bu büyük bir jest. Ayrıca, son dönemde Rus medyası Sayın Kılıçdaroğlu’nu ikinci bir Zelenski olarak tanımlamakta.
Kişisel olarak Türkiye – Rusya ilişkilerinin Türkiye’de kimin iktidarda olduğundan bağımsız bir dinamiği olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin, seçimler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, Rusya ile ilişkilerine özen göstereceğini inanıyorum. Elbette bu süreçte kimi haber güvercinlerinin Rusya’ya başka bir mesaj taşıyor olmaları mümkün ve olasıdır. Halihazırda mevcut zeminde bunun Moskova’da ürettiği bir tepki ve tercih de olabilir. Bu sebeple Sayın Kılıçdaroğlu’nun bu mesajı, tam da İnce olayının ardından, vermek gereği hissetmesi önemlidir.
Bu çerçevede İnce meselesi bana hafızamdaki (üstelik “Made in US”) başka bir hikâyeyi hatırlattı. Bakalım siz de bu hikâyeyi benim kadar öğretici bulacak mısınız…?
Hikayemizin kahramanı ABD siyasetinin en namlı kampanya stratejisti. İsmi Karl Rove. Colorado’nun evladı. Noel günü doğmuş. Bir tür hediye dünyaya(!) Sanırım kendisi de öyle inanıyor zaten. Seçim kazanmak konusunda tam bir üstat. Ama yöntemleri şüpheli ve ahlaken sorunlu olduklarına inanan çok. Tüm o çapta düzenbazlar gibi, tarihin ona bir yüksek görev verdiğine, bu çağrıyı ancak onun yerine getirebileceğine inananlardan. Tarihi herkesten iyi bildiğine ve daha iyi yorumladığına kâni. Mamafih tarihe zaman vermekte zorlanıyor. Daha ziyade kendisi tarihi doğru gördüğü yönde akıtmak isteğinde. Müdahil olmayı seviyor. Bunun için kesintisiz, asgari 20 yıllık, tutucu, muhafazakâr bir Cumhuriyetçi Parti iktidarının şart olduğunu düşünüyor. Ona göre kampanyalar birer savaş. Napolyon’un şu sözünü seviyor: "Savaş sanatı… akılcı ve… ihtiyatlı bir savunma ve ardından hızlı ve cüretkâr bir saldırıdan oluşur." Söylemeye gerek yok bu “savaş”ta her şey mubah. Rove yürüttüğü kampanyalarda seviyeyi özellikle ahlaki alt sınıra yakın bir yerde tonluyor. Esas uzmanlığı adayların birbirine yakın oy aldığı; güçlerin müsavi (denk) dağıldığı; belirleyicinin hangi adayın daha çok beğenildiğinden ziyade, kimden daha fazla hoşlanılmadığı olduğu; ortamın kutuplaştırmaya müsait bulunduğu seçimler. 2000 yılı ABD Başkanlık seçimlerinde 101.455.899 oy kullanılmıştı. Rove kendine has yöntemlerini konuşturmuş ve bu seçimlerde George W. Bush’un, mahkeme kararıyla, ağabeyi Jeb Bush’un valisi olduğu Florida’da aldığı 537 oy fazlaya dayanarak Başkan seçilmesini sağlamıştı. Rove, kendi amacına uyduğu sürece yalan söylemekten; hele ima yoluyla zemmetmekten (kötülemekten) asla kaçınmıyor. Hele ki bunu yapma fırsatı doğru zamanda gelsin! Rove kimsenin gözünün yaşına bakmaz anlayacağınız…
Benim aklıma düşen örnek, işte bu Rove’un 1996’da Alabama Yüksek Mahkemesi seçimlerinde temsil ettiği Cumhuriyetçi aday Harold See ile, görevdeki, Demokrat Kenneth Ingram arasındaki yarışta yaptıkları.
Rove için çalışanların ifadesine göre, acar stratejistimiz kampanyanın gidişatından memnun olmayınca kendi adayı See ve ailesine acımasızca saldıran (arkalarında kimin olduğuna dair herhangi bir iz de olmayan) broşürler bastırdı. Yanlış okumadınız. Kendi adayının ve ailesinin itibarına saldıran broşürler! Daha sonra bunları özellikle Demokrat seçmenlerin yoğun yaşadığı bölgelerde dağıttırdı. Rove’un adamları broşürleri kendi kampanyalarıyla bağı kurulamayacak şekilde, gerektiğinde ödünç arabalarla, yerlerine ulaştırdılar. Sonuçta Demokrat seçmende kendi adaylarına karşı ahlaki bir tepki ve baskı ortaya çıktı. Kararsızların bu trene binmesi elbette daha kolay olmuştu. Neticede, Ingram kampanyasının yöneticileri, See kampanyasının (aslında Rove’un) "Ingram’a karşı tepki yaratmak" amacıyla kendi adayına saldırdığına halkı ikna etmeye çalışmanın beyhude olduğunu fark ettiler. Rove onları, kedi yavrusu misali, enselerinden yakalamıştı. Demokrat seçmenin bir kısmı sandığa gitmedi, kararsızlar oylarını See lehine kullandılar ve, elbette, See seçildi. Kimi uzmanlar ABD siyasetinde, özellikle de Cumhuriyetçi Partide, Trump pespayeliğine kadar giden yolun meşruiyet taşlarını Rove’un seviyeyi bu dereceye kadar düşüren kampanyalarının ördüğünü düşünüyor.
Şunu hemen belirteyim ki kesinlikle Sayın İnce’nin başına gelenlerin onun kampanyasınca “tezgahlandığı” kanaati taşımıyorum. Bence İnce, ahlaksızca servis edilen bu görüntüler nedeniyle uğradığı mağduriyetin zemininde, rasyonel bir karar verdi. İnce’nin oyları adeta meteor misali, başlangıç noktasının neredeyse 8’de birinin altına, düştü. Artık dördüncü olacağı açık bir seçimle siyasi kariyerini nihayetlendirmenin gereği olmadığını, daha önceki bir yazımda belirttiğim gibi, her halükârda kaybeden olacağını gördü. Diğer taraftan Partisinin siyasi refleksi de onu baskı altına almış gibi. Zira, çok yakın geçen bir yarışta, Sayın Kılıçdaroğlu % 1 eksikle ilk turda kazanamadığı takdirde, ki bu olabilir, binanın kendi siyasi geleceklerinin üzerine yıkılacağı bilinciyle onu ikna etmiş olmaları akla yakındır. Açıklamayı yaparken muhalefete karşı sürdürdüğü belli olan öfkesi, “zaten kaybedecekler, şimdi bir de böyle kaybetsinler de görsünler” mealine gelen sözleri, içerideki sürecin kendisini nasıl sıkıştırdığına dair ipuçları veriyor.
Rove hikayesinin bana söylediğiyse şu: Bir yerlerde birileri bir şeyler tezgahlıyorsa, o tezgahlanan ilk seyreylendiğinde göründüğü gibi olmayabilir. Zihinlere nakşedilmeye çalışılan bağlantılara göre hamleler, taşlar hücum ile ricat arasında değiştirilebilir. Bu görüntüleri tezgahlayan ve ileride başkaca işlere girişebilecek olanların gündemi, amacı – topu ve potayı görüşleri – daha ince ve falsolu olmaya müsaittir…