İmparatorluktan vazgeçmek kolay olmuyor
Rusya-Ukrayna çatışması uzadıkça, Bay Putin’in neden Ukrayna macerasına karar verdiğini anlamamız için fırsatlar da artıyor. Ukrayna’nın NATO’ya katılma olasılığının Rusya’nın güvenliği için bir tehdit oluşturduğu iddiası bir yana bırakılacak olursa, diğer iddialar Sovyet coğrafi biriminin ihyası, bazı toprakların tarihi bakımdan Rusya olduğu ve Rus dünyasının birleşmesi gerektiği ile ilgilidir. Putin, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü, Rusya’da ayrılıkçı hareketleri de körükleyen 20. yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi olduğunu düşündüğünü zaten açıklamıştır. Bazı gözlemcilere göre Putin’in fikir babalığını yaptığı ileri sürülen Alexander Dugin’in Avrupa’ya karşı bir Avrasya Bloku kurulmasını öngören önerisi Rusya’nın bu blokun hakim unsuru olmasını tasarlıyor.
Çok uluslu imparatorlukların dağılması her zaman acılarla dolu bir süreç olmuştur. Bu imparatorlukların baş düşmanı Fransız ihtilali sonrasında 19. yüzyıl boyunca dünyada esen milliyetçilik rüzgarının doğuşudur. Muhtelif milletlerin kendilerini yönetme hakkını talep etmeleri, tüm ahalinin tek yönetim çatısı altında yaşamasını öngören imparatorluk fikrini kökünden sarsıyordu. Beklendiği gibi, imparatorlukların ilk tepkisi milliyetçiliği baskı altına alarak sonlandırmak olmuştur. Örneğin, Napolyon Savaşları sonrasında 1815’te toplanan Viyana Kongresi’nin sonucu “milliyetçilik nerede görülürse görülsün ezilmelidir” şeklinde özetlenebilir. Bu yaklaşım başarılı olmadı. Kendileri de çok uluslu olan imparatorluklar, rakiplerinin topraklarında cereyan eden ayaklanmalara destek verirken, kendi topraklarında ortaya çıkanları ezmeye çalışmışlardır.
Gelişen ve bağımsızlık talep eden muhtelif milliyetçilik akımlarına karşı önemli diğer bir tepki ise özellikle 19. yüzyılın sonuna doğru yıldızı parlayan pan-milliyetçi ideolojilerdir. Almanlar pan-Cermenizmi kurulacak Alman devletinin ana fikri olarak görmüşler, Ruslar pan-Slavist düşünceyi yaymaya çalışırken, Osmanlılar da, biraz isteksizce de olmakla beraber, pan-Turanizm ve Türkizme ilgi göstermişlerdir.
Sonuçta, ne baskı ne de ideolojiler imparatorlukları bir arada tutmaya yetmiştir. Birinci Dünya Savaşı 19. yüzyılda Avrupa siyasetine egemen olan çok uluslu üç imparatorluğun, yani Avusturya-Macaristan, Çarlık Rusyası ve Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getirmiştir. Ancak savaş başlamadan önce çok uluslu bu üç imparatorluk da kaybettikleri toprakları yeniden ele geçirmek ve imparatorluk ihtişamına tekrar kavuşmak için mücadele ediyorlardı. Nitekim, Birinci Dünya Savaşı’na yol açan olgulardan biri de ulusal bağımsızlık hareketleri ile topraklarını korumayı ve mümkünse büyütmeyi isteyen imparatorluklar arasındaki gerilimdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun deneyimi olayı iyi açıklıyor. Milliyetçilik fikri imparatorluğun Batı bölgelerinde yayılmaya başlayınca, Osmanlı sanayileşmiş ya da sanayileşmekte olan kapitalist ülkelerin desteklediği milliyetçi isyanlarla başa çıkmaya çalışırken, ülkenin yönetici seçkinleri bu meydan okumaya karşı ideolojik silahlar geliştirmeyi denemişlerdir. Örneğin, tebanın Osmanlı milletinin üyesi olduğu düşüncesini, yani Osmanlıcılığı benimseyerek itaatinin sağlanabileceği ümit edilmiştir. Bu başarılı olmayınca, hiç olmazsa etnik kökenine bakılmaksızın aynı dinden olanların pan-İslamizm bayrağı altında bir millete dönüşebileceği umulmuştur. Bu çözüm de işlemeyince, İmparatorluk önce o dönemde yaygın kabul gören “pan” tipi Türkçülüğe yönelmiş, ancak uzun süren ve maliyeti çok yüksek Kurtuluş Savaşı sayesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına zemin oluşturan ulus-devlet formulü benimsenmiştir.
Çarlık Rusyası da Avusturya ve Türk imparatorlukları gibi çökmüşse de, bu son ikisinden farklı olarak Rusya komünist ideolojide imparatorluğun Bolşevik devleti olarak yeniden kurulmasını sağlayan bir tutkal bulmuştur. Sovyetler Birliği aslında bir Rus devletiydi fakat varlığını evrensel bir ideolojiyle meşrulaştırıyordu. Sınırları itina ile belirlenen ve halklara kültür alanında geniş serbesti tanıyan bir yapı oluşturmuştu. Rusya’nın Asyadaki topraklarında sosyo-ekonomik gelişmenin erken evrelerinde olan halkların yaşaması da bu işi başarmasına yardımcı oldu. İkinci Dünya Savaşı ve onu izleyen Soğuk Savaş ise Sovyet İmparatorluğu’nun tamamen güçlü bir merkezin denetimine girmesini kolaylaştırdı. Buna karşılık Sovyet yöneticileri, ülkelerini küresel sistemde ekonomilerinin destekleyemeyeceği bir konuma yerleştirmeye çalıştılar, sonunda tükendiler ve birlik dağıldı.
Sovyetlerin çöküşü, daha önce savaş sonucu çöken iki kıta imparatorluğunun ve sömürgelerinden uzakta yaşayan, bunların iktisaden veya askeri bakımdan elde kalmasının maliyetini kabul edilemeyecek kadar yüksek bulan İngiliz ve Fransız sömürge imparatorluklarının sona ermesinden farklıdır. Ayrıca, Sovyetler Birliği dağılırken, başta Sovyet ordusu olmak üzere çoğu devlet kurumu varlıklarını ve Sovyetler Birliği’ne bağlılıklarını sürdürmüşler, Rus devletini yeniden süper güç statüsüne kavuşturma özlemini devam ettirmişlerdir. Bu özgün koşullar, Sovyet mirasını devralan Rus yönetici seçkinlerinin imparatorluk rüyasından kopmalarını zorlaştırmaktadır. Nasıl ki, çok uluslu diğer Avrupa imparatorlukları, tarihi şartların elvermemesine rağmen, canlarını dişlerine takarak imparatorluklarının yaşaması için mücadele etmişlerse, halihazırdaki Rus yöneticileri de kendilerini artık imparatorluğun sona erdiği fikrine alıştıramıyor. Yazımızın başlığında da ifade edildiği gibi, “imparatorluktan vazgeçmek kolay olmuyor.”