İçimizdeki Rosebud'u bulabilmek…

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK

Karlarla örtülü bir dağ evi. Gökyüzünden nazlı nazlı inen kar taneleri bembeyaz bir örtü oluşturmuş. Zamanın durduğu bir dünya. Kuşların ötüşü bile çoktan unutulmuş, rüzgâr dahi sesini alçaltmış sanki bu sonsuz sessizliğe ayak uyduruyor.

Biraz ileride, karların yumuşacık kollarına gömülmüş, âdeta unutulmuş gibi duran eski bir kızak sessizce, çocukluğun masum günlerini hatırlatan bir davetkârlıkla bekliyor. Yavaşça uzaklaşıyoruz, görüntü hafif bulanıklaşmaya başlıyor. Manzara küçülüyor ve sonunda, sahnenin aslında cam bir kürenin içinde sıkışıp kaldığını fark ediyoruz. Karların yağışı durmuyor, dağ evi hiç kıpırdamıyor; her şey sonsuz bir dinginlikte, sonsuz bir hüzünle hareketsizleşmiş.

Biraz daha uzaklaşıyoruz; şimdi küreyi kavramış yaşlı bir el ortaya çıkıyor.  Küreyi tutmakta zorlanıyor, sanki artık ona yük olan bu cam küreden kurtulmak ister gibi.

Kamera biraz daha yaklaşıyor; adamı görüyoruz dudakları yavaşça kıpırdıyor ve belli belirsiz bir fısıltı dökülüyor ağzından. Ses çok uzaklardan, bir kuyunun dibinden gelir gibi; zayıf, boğuk, güçlükle duyulabilen ama aynı zamanda tüm yaşamını tek bir kelimeye sığdırabilecek kadar güçlü:

"Rosebud..."

Kelime, Xanadu isimli o büyük malikânedeki sessiz odada yankılanıyor. Dudağının kenarında söylenmemiş bir başka söz, belki bir pişmanlık, belki de söylenmemiş başka vedalar asılı kalıyor.

Yaşlı adamın eli daha fazla dayanamayacak gibi parmakları gevşiyor. Cam küre ağır çekimle elinden kayıp, sonsuzluğa doğru bir yolculuğa çıkıyor. Yere düşerken basamaklara çarpıyor, bir kere, iki kere… Sonunda bizim ayaklarımızın dibinde paramparça oluyor; küçük kar taneleri gibi kristal parçacıklar her yana dağılıyor. Karlarla kaplı dağ evi, kızak, sessizlik.. hepsi tuzla buz olup kayboluyor.

Rosebud, yani "Goncagül." Bir kelime ama bir yaşam hikâyesini gizliyor içinde; bir kaybı, bir tutkuyu, belki de hiç ulaşılamayan masumiyeti. Charles Foster Kane’inki gibi hepimizin içinde, derinlerde saklanmış, belki de farkına varamadığımız bir özlem Rosebud. Orson Welles'in ustalık eseri Yurttaş Kane'deki (Citizen Kane) gibi, hayatlarımızın en derinlerinde gizlenen, belki de ölürken hatırlamaya çalışacağımız, hayatın bütün anlamını yüklediğimiz bir kelime.

Charles Foster Kane, henüz çocuk yaşta annesinden ayrılarak büyük bir servetin mirasçısı olmuş. Sahip olduğu zenginlik, onu Amerika'nın en güçlü medya patronlarından biri hâline getirmiş, gazete ve radyolarıyla toplum üzerinde büyük bir etkiye ulaşmış. Ancak bu güç ve zenginlik, Kane'in hayatındaki derin boşluğu doldurmaya yetmemiş. İçindeki sevgisizlik ve yalnızlığı kapatmak için her şeyi denemiş ama aslında hep çocukluğundaki o masum günlere, gerçek sevgiye dönmek istemiş. İşte hayatının sırrı da tam olarak burada; tüm ömrünü anlamlandıracak tek bir kelimede gizli: Rosebud.

Yıllar önce bu filmi ilk izlediğimde içimde bir soru belirmişti, "Nedir benim Rosebud’um?" Sonra senaryoyu tekrar tekrar okudum, filmi defalarca izledim. "Tüm zamanların en iyi on filmi" arasında kabul edilen bu başyapıtın anahtar kelimesinin içinde gizlenmiş farklı anlamları keşfetmeye çalıştım. Bulduğumu düşündüğüm anlamlar vardı ama hayatın, Gustave Flaubert’in tabiriyle bir "gönül eğitimi" olduğunu kavrayacak bilinç düzeyine henüz ulaşamamıştım. Yıllar sonra Cemal Süreya'nın o zarif çevirisiyle "gönül ki yetişmekte" sözünü okuduğumda artık büyümüş, biraz olsun "farkında" olmaya başlamıştım.

Elbette bunların hepsi çok uzun zaman önceydi…

Filmde Kane büyük maddi güce ve saygınlığa ulaşmıştı ama tüm bu zenginliğe rağmen çocukluğunun masumiyetini, mutluluğunu ve saf sevgisini tekrar yakalayamıyordu. Hayatı boyunca paranın her kapıyı açacağına inanarak, sevgi ve içtenlik yerine güç ve para biriktirmişti. Bu inancıyla ölçüsüzce davranarak, yeteneksiz metresini büyük bir sanatçı yapmaya çalışmış, parasını kullanarak politik nüfuza erişmeye kalkmış, ancak her girişimi derin bir başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Sonunda çevresindeki herkes, dostları, sevdiğini düşündükleri onu terk etmişti. Görkemli ama yalnızlık dolu şatosuna çekilmiş, hayatının son yıllarını sadece yalnızlığın yoldaşlığında geçirmişti. Ölüm döşeğindeyken anlamıştı; hayatında hep eksik kalan, aslında en çok ihtiyaç duyduğu şeyi; Rosebud’u...

Kane, yaşamı boyunca muazzam bir güce sahip olmuştu ama "gönül eğitimi"nden mahrum kalmıştı. Aslında bugün çevremizde gördüğümüz pek çok insan gibiydi ama onun farkı, gerçeği son nefesinde olsa da anlamasıydı.

"Kane ölmüştür. Kamera devasa ve soğuk bir eşya yığını üzerinde gezinir; kutular, heykeller, sandıklar. Sonunda bir adam çıkar sahneye; eline aldığı kızakla dev ocağa yaklaşır ve kızağı ateşe atar. Alevler yükselirken kızağın üzerindeki yazı görünür: 'Rosebud'."

İşte o anda biz de anlarız "Goncagül"ün aslında ne olduğunu. Artık zaman kaybetmeden, kendi "Goncagül"ümüzü arayıp bulmanın vaktidir. Belki de bizim hâlâ bir şansımız vardır onu bulabilmek için. Son ân gelmeden, cam küre paramparça olmadan, alevlere teslim olup yok olmadan hemen önce... Kim bilir?

 

Henüz bu içeriğe yorum yapılmamış.
İlk yorum yapan olmak ister misiniz?
Yorum yapmak için tıklayınız
Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar