Hiçbir şey sürdürülebilir görünmüyor
Türkiye, on yıldan beri girdiği kusurlu büyüme yörüngesinde ortaya çıkan sonuçlara rağmen yapısal bozukluklara el atmadan kısa vadeli ve taktiksel değişikliklerle çalkantılı ve oynak bir performans göstererek bir yılı daha bitiriyor. Makroekonomik dengelerde ve göstergelerde gözlenen olumsuz gidiş göz ardı edilerek sadece giderek kısalan vadelerde tüketimi ve dış ticareti canlı tutmaya odaklanan merkezi yönetim, dikişlerin patlamaya yüz tuttuğu noktalarda piyasaya giderek yoğunlaşan müdahaleler ve bölgesel jeopolitik dengelerde alınan risklere dayanan desteklerle günü ve görüntüyü kurtarmaya çabalıyor. Açlık sınırının biraz üstünde bir asgari ücret artışının bile artık müjde diye lanse edildiği bir ortamda, hane halkı bir yana, piyasa oyuncuları bile ancak birkaç ay ötesini görebiliyor. Bu ortamda bütün gelişmelerin ve göstergelerin ortak yanı, hepsinin sürdürülemez olduğu. Ama yaklaşan seçim dolayısıyla bu gerçeğin toplum tarafından hissedilmesi, mümkün olduğunca geciktirilmeye çalışılıyor.
Enflasyon, borç ve dövizde risk büyüyor
Bakan Nebati’nin başarı olarak lanse ettiği son indirim ile %9’a düşürülen politika faizi, aslında negatif reel faizin %70’i aştığını gösteriyor. Bunu, hele bizim gibi tasarruf açığı olan bir ekonomi için, sağlık işareti saymak mümkün değil. Kaldı ki bu faizin işlevsel olmadığı, mevduat ve kredi faizlerinin bunun 3-4 katına çıkmasından belli. Hane halkı ve şirketler, aylık ya da en fazla üç aylık pozisyonlarla farklı enstrümanlar arasında kazanımlarını korumaya çalışıyor. Geçen yılın ilk yarısında rekor düzeylerde seyreden enflasyonun baz alınması dolayısıyla bu yılın Aralık’tan itibaren Mayıs’a kadar olan kesitte aylık dönemlerde yarı yarıya TÜFE düşüşü yaşanacak olması, “baz etkisi” diye adlandırılan basit bir matematik sonuç. Bunu faiz indiriminin ya da yeni ekonomik modelin bir başarı göstergesi olarak açıklamak hiç de ikna edici değil; ama önümüzdeki sıcak seçim atmosferinde bunun kullanışlı bir siyaset aracı olarak bolca tartışılacağı açık.
Aslında hatalı politikaların birikmiş maliyeti çok daha önceki yıllardan başlıyor. Sözgelişi son 10 yılda Amerikan Dolar’ına karşı en fazla değer kaybeden (%90) iki ulusal paradan biri TL. Geçen yıl Ekim’den bu yıl Ekim’e kadar bir yıllık sürede parası dolar karşısında en fazla(%54) değer kaybeden ülke de biziz. Döviz’de nisbeten sağlanmış görünen istikrar, ekonominin olağan dinamikleri ile değil, makro ihtiyati tedbir adı altında getirilen piyasa ekonomisi kurallarına ters kısıtlayıcı tedbirler ve dış ülkelerden swap vb şekillerde alınan desteklerin bileşimi ile sağlanıyor. Cari açığın yaklaşık %70’inin net hata noksan gibi bilinmeyen kaynaklardan karşılanmış olması da bunun göstergesi. Zaten yeni model ile azalacağı öne sürülen cari açık, geçen yıla oranla GSMH’nin %1.7’sinden bu yıl %5 civarına yükselmiş olacak. Bu göreli istikrarın tehdit altında olduğuna dair emareler de yok değil; BOTAŞ’ın Deutche Bank’tan 1 milyar dolar kredi alması böyle bir gelişme. Toplam borç yükünün %60’ının döviz olması ve yine %60’ının reel sektöre ait olması da risk birikiminin borç krizi bileşenini güçlendiriyor. İç ve dış borçların toplamı 16.5 trilyon TL, dış borçlar da 444 milyar dolar gibi korkutucu düzeylere çıkmış durumda. Özellikle son bir yılda enflasyonda ve kur artışında gerçekleşen patlama borçların katlanmasına yol açtı.
Riskin büyüklüğü, Hazine’nin dış borçlanmasını ancak %10 gibi bir orandan yapabilmesinden de belli.
Durgunluk ve düşük büyüme patikasındayız
Üstelik ekonomiyi canlı tutmak için göze alınan onca maliyete rağmen, durgunluk belirtileri de başladı. Sanayi üretimi yavaşladı, elektrik üretimi de azalıyor. Kapasite kullanım oranı %76’ya, PMI endeksi %45’lere düştü. İlk on ayda ihracat ancak %15 artarken ithalat yaklaşık %40 arttı.
Fark yani dış ticaret açığı giderek de artma eğiliminde. İthalatın %92’sinin ara mal ve yatırım malı olması da üretim yapımızın ne kadar dışa bağımlı olduğunun göstergesi. Üstelik ihraç ürünlerimizin sadece yaklaşık %4’ü yüksek teknolojili. Yani dezavantajlı ticaret hadleriyle sürekli büyüyen bir açığa mâhkum dış ticaretimiz. Şirketlerimizin içinde yüksek teknolojili olanların oranı %1’i bile bulmuyor. Bu tabloya Mayıs ayındaki düşmüş haliyle %50 civarındaki yapışkan enflasyonu da eklerseniz kalıcı yüksek büyümeyi mevcut politikalarla sağlamanın mümkün olmadığını apaçık görüyorsunuz.
Sözün kısası, büyüme görüntüsünü sürdürmek için seçilen politikalar, enflasyonda, borçlarda, döviz fiyatlarında ve refahta telafisi zor hasarlara yol açtığı gibi, büyüme cephesinde de yolun sonuna gelmiş görünüyor. Üstelik asıl önemli büyüme faktörleri, yani verimlilik, işgücü niteliği, doğrudan dış yatırım, eğitim kalitesi, kurumsal altyapı, marka yaratma gücü gibi parametreler uzun süredir tamamen gündem dışı kalmış durumda. Bu sürecin bir büyük kriz (ani duruş) ile mi, yoksa keskin bir program değişikliğiyle mi biteceğini hep birlikte göreceğiz.