Hassas dengelerde büyüme riskleri çoğaltıyor
2020’nin temel ekonomik göstergeler yönünden her türlü sürprize açık olduğunu geçen yazımızda belirtmiştik. Belki de belli olan ve her kesimin umutla beklediği tek şey, 2018 sonunda başlayıp 2019’un da son çeyreğinde %5’i aşması beklenen canlanmaya rağmen yılın bütününün sıfır büyüme ile sonuçlanmasına yol açan daralmayı telafi edecek bir büyüme yörüngesine bir an önce girilmesi. Borsadaki hızlı yükseliş gibi gelişmeler de bu umudu destekliyor. Ne var ki bütün parametreleri bir arada düşününce iyimserliğin ne kadar süreceğini tahmin etmek kolay değil. Daha önce belirttiğimiz gibi 2018’den beri TL değerindeki büyük düşüşe rağmen ihracattaki artışın sınırlı kalması, üstelik ihraç birim fiyatlarının düşme eğilimi göstermesi, buna karşılık kamu harcamalarının ve ağırlıklı kamu bankalarından kaynaklanan kredi desteğinin ilk sonuçlarından biri, 2019 yılının ikinci yarısında rekor artış gösteren ithalat oldu. Son çeyrekteki artış, bir önceki yıla göre %10’un üstünde ki bu, 16 yıldır rastlanan en büyük artış. Ekonomideki yavaşlamanın etkisiyle ortadan kalkan cari açık da geri geldi. Yani hep söylediğimiz gibi bu üretim yapısı ve büyüme modeliyle kaçınılmaz olan şey gerçekleşti. Ayrıca ekonomide ve yatırımlarda dolayısıyla ithalatta uzun süren durgunluk nedeniyle döviz talebinin gerilemesi gerekirken döviz fiyatının bu ölçüde düşmemesi, aksine son aylarda cari açığın artmasıyla birlikte yeniden yukarıya yönelmesi, dengelerin normal bir ekonomiden farklı bir hassasiyette olduğunun açık işareti.
İkiz açık uzun sürecek gibi
Sorun, ekonomideki canlanmanın yatırımlarda ve güven endekslerinde bir artış ile yani reel kesim dinamikleriyle değil, bütçe dengelerine dikiş attırma pahasına kamu harcamalarıyla ve para politikası araçlarıyla, yani kur ve faizin kontrol altında tutulmasıyla sağlanmış olması. Aksine yatırım harcamaları 2019 başından beri düşmeye devam ediyor. Buna karşılık bütçe açığı ve onun ötesinde faiz dışı açık 2018’den beri sürekli artıyor. Diğer taraftan yılın ikinci yarısında Merkez Bankası’nca faizlerin %12.75 düşürülmesi ve bankalardan kredi akışının artışı tüketimi ve ithalatı körükledi. Bu da yapısal kaderimiz haline gelen cari açığı hortlattı; 2018’in Kasım’ında 1 milyar doları aşkın fazla veren cari işlemler dengesi, 2019 Kasım’ında 0.5 milyar dolar açık verdi. Anlaşılıyor ki yeni bir alarm ortaya çıkıncaya kadar da cari açık artmaya devam edecek. İşin kötüsü en büyük ihraç pazarımız olan AB ülkelerinde yavaşlama, başta petrol olmak üzere enerji maliyetinde ise artış trendi sürüyor.
İlginç olan, kamu finansman dengesine monte edilen “ekonomiyi canlandırma” işlevi nedeniyle bundan böyle uzunca bir süre ikiz açık ile yaşama riskine açık olacağız. Yani büyüme kaygısı, hem cari açığı, hem bütçe açığını zorunlu hale getirecek. Bütçenin gelir ve vergi hedeflerinde 2019 yılında oluşan büyük sapmaya rağmen 2020 yılında daha da yüksek hedef belirlenmesi bunun ilk işareti. Bu açığın vergi affı gibi bir defalık gelirler veya zaten yüksek dolaylı vergilere ilave yükler ile aşılmaya çalışılacağını tahmin etmiştik. Değerli konut vergisi ve MTV’ne ilave %10 vergi ilk adımlar olarak bunu doğruladı; sırada diğerleri var. İkiz açığın enflasyonu da körükleyeceğini biliyoruz, Belli ki dengelerin hassasiyetini dikkate almadan sınırları zorlamaya devam edilecek. Yani döviz fiyatında ve enflasyonda 2020 için bir öngörü yapmak zorlaşıyor.
Para politikasının da bir sınırı var
Aslında Türkiye’de son on yılda izlenen politika, piyasa ekonomisinin küresel ölçekte yaşadığı temel sıkıntının bize, kendi hatalarımızdan dolayı, asimetrik olarak yansıyan versiyonu. Biraz komplike oldu, açmaya çalışayım: Son kırk yılda dünya ölçeğinde reel üretim düzeylerinde, sabit sermaye yatırımlarında ve kar oranlarında düşme, giderek serbestleşen finansal sistem ve finansal varlıklarda ise aşırı büyüme eğilimi oluştu. Bunun nedeninin reel kesimde verimlilik artışının tıkanması, finansal genişlemeye karşın tasarrufların, dolayısıyla yatırımların artmaması olduğu kabul ediliyor. Sonuç olarak verimlilikte yüksek bir artış sağlayacak bir teknolojik sıçrama ve kaynak dağılımını etkinleştirecek bir kurumsal yapılanma olmadıkça küresel durgunluktan çıkış zor görünüyor. Bize gelince, ne teknolojik ne de finansal yönden merkez ekonomiler arasında olmamamıza, dış kaynağa bağımlı edilgen ve uydu (ya da taşeron) ekonomi niteliğine rağmen bir yandan finans akımlarından payımıza düşeni son sınırına kadar kullandık, ancak bunu sürekli kılacak, maliyetini düşürecek ve geri ödemesini sağlayacak yurt içi üretim yapılanmasını, verimlilik artışını ve kurumsal reformları gerçekleştiremedik. Bir başka deyişle kendimizi sürekli büyüyen bir borç sarmalına ve çıktı açığına endeksledik. Yani bir bakıma üretim kapasitemizi ve ödeme yeteneğimizi geliştirmezken hazmedemeyeceğimiz kadar borçlanmakta sakınca görmeyerek kriz riskini kader yaptık.
2020, bu görünür risklere, henüz açığa çıkmamış yeni risklerin eklenmesine de tanıklık edeceğimiz bir yıl da olabilir. Söz gelişi bankacılık bilançolarının hem reel sektördeki sıkıntı nedeniyle aktif, hem de mevduat yetersizliği ve CDS primi yüksekliği nedeniyle pasif yönünden bozulması ya da borsada sert düzeltme kırılganlığı arttırabilir. Muhtemelen işe, IMF’nin yeni başkanının söylediği gibi, para politikalarının da bir sınırı olduğunu kabul ile ve reel sorunlara odaklanmakla başlamak gerekiyor.