Hakiki epistemoloji tartışması
Türkiye ekonomisine ilişkin gündem, zamanın Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin 2022 yılında Ekonomik Dönüşüm ve Yeni Paradigmalar Zirvesi’nin açılış konuşmasında söylediği: “Neoklasik ekonomi düşüncesinden, epistemolojik bir kopuşu temsil eden, heteredoks yaklaşım, günümüzde giderek ön plana çıkan; davranışsal ekonomi ve nöro ekonomiyle daha fazla önem kazanmaktadır”, sözleri üzerinden uzun zaman anlamsız bir “ortodoks” “heterodoks” tartışması ile meşgul oldu. Sayın Nebati, o gün izlenen ve bugün halefi tarafından “akıldışılığı” teslim, vatandaşın maruz kaldığı yoksullaşma, refah ve servet kaybıyla da yanlışlığı tescil edilmiş bulunan dönemin ekonomi politikalarına: “[B]izim söylemlerimizi destekleyecek o kadar çok literatür var ki maalesef bunlar dünyanın egemen güçleri tarafından uygulanmaması için baskılanan bir alan” sözleriyle sahip çıkmıştı.
Esasen Sayın Nebati’nin uzmanlık alanı genelde “Kamu Yönetimi”. Uluslararası İlişkiler alanında kaleme aldığı yüksek lisans tezindeyse “Türkiye’de İslami siyasal hareketi” inceleyerek, kendi ifadesiyle: “[T]ek parti döneminin sonuna kadar hep devlet eliyle yönlendirilen, denetlenen, dinin ve İslami siyasal hareketin, özellikle çok partili hayata geçtikten sonra Türkiye’de bir şekilde devletten destek alarak ya da en azından yol verilerek gelişip büyüdüğü sonucuna” varmış. (Vurgu bana ait.) Sayın Nebati Doktora çalışmasındaysa Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi alanına dönerek, Saadet Partisi ve AK Parti teşkilatları üzerinden milli görüş ve demokrasi ilişkisini incelemiş. Kent ve kamusal alan etkileşimi ve Orta Doğu’da “demokrasiyi geliştirme” hareketi olarak Arap Baharı üzerine yaptığı çalışmalarla da anlaşılan doçent ünvanı almış. Kısacası bilimsel yöntem, bilim felsefesi ve metodoloji konusunda derinliği bulunması beklense de ekonomi alanında bir uzmanlığı bulunmuyor. O sebeple tartışmanın iktisadın epistemolojisine dair kısmını, yaygın halini, anlamsız buluyordum, hala da öyle buluyorum.
Kaldı ki Sayın Nebati’nin bugünkü enkazın müsebbibi; dönemin ekonomik tercihlerinin, kararlarının ve siyasetinin belirleyicisi olmadığı da malum. Bu durum elbette Bakan koltuğunda oturuyor olduğu gerçeğini, bu sebeple sonuçlara dair taşıdığı sorumluluğu ortadan kaldırmaz ama memleketin başekonomistinin o olmadığını sağır sultan hazretlerinin dahi bildiği açık bir gerçek. Bakanlık koltuğuna oturan herkesin bilimsel, hatta pratik, olarak alan hâkimiyeti sahibi olması istenir bir durumdur ama her vakit beklenemez. Zaten, dönemin ruhu ve fiiliyat bakımından Sayın Nebati’nin ekonomist olması da gerekmiyordu. Sadık bir uygulayıcı olması yeterliydi.
Bu noktada bence zamanın ruhu açısından ilginç olan bu sözlerin ciddi tartışma ve eleştirinin konusu haline gelmiş olmasıdır. Bu duruma yakından bakmakta epistemolojiyi (bilgi felsefesini) geçtim ama ontolojik (varlıkbilimsel) olarak fayda var. Ortada üzerinde durulmaya değer bilgi temelli bir argüman bulunmadığından, buna dair yöntem, kapsam, geçerlilik, sınırlılık, değer, işlev vs., hülâsa epistemolojinin sınırları içerisinde değerlendirilebilecek, tartışmalara girmenin de manası sınırlı veya yok. Bununla birlikte bu sözler etrafında kopan tartışma kanaatimce içerisinde yaşadığımız siyasi gerçekliğin doğası ve burada nasıl var olduğumuz üzerine, memleketin siyasetinin ontolojisine dair çok şey anlatıyor.
Eylül 2021’den itibaren izlenen ekonomi politikasını eleştiren ve “akla aykırı” bir yanlışı eleştirdikleri kabul edilmeyerek siyaseten “muhalif” parantezine sokuşturulup itibarsızlaştırılmaya çalışılan çokları, önce hem siyaseten hem de öz itibariyle doğru bir şey yaparak izlenen siyaseti, tercihleri, bunların motivasyonlarını eleştirdiler. Artık “rasyonel” olmadığı kabul edilen, memleketi bir yandan ödemeler dengesi krizine (makroekonomik dengeyi ilgilendirdiği kadarıyla ihtimalen üçüz bir krize) diğer yandan kurda bugün yaşadığımızın ötesinde bir patlamayla karakterize olacak bir buhrana doğru götüren iktisat politikası tercihlerini eleştirilerinin odağına koydular. Zira bu tercihler memleketi, muhtemelen bankalara hücum ile neticelenecek, yüksek olasılıkla sermaye hareketlerinin kısıtlanmasıyla bitecek bir felakete sürüklüyordu. Bugün Nebati - Şimşek değişimiyle simgelenen kadro ve tercih değişikliği, % 8,5’den üst sınırı % 53 olan bir seviyeye taşınan faiz, aslında bu endişelerin haklılığının itirafıdır.
Peki Türkiye ayan beyan üstelik de neredeyse ortodoks iktisadın en klişe modellerinden bir tanesi olan Phillips Eğrisinin en iptidâî uygulamalarından bir tanesine angaje olmuşken; gayet klasik bir ihtilaf enfl asyonu ve güven krizi yaşarken; Kur Korumalı Mevduat (KKM) adı altında 1967 model Dövize Çevrilebilir Mevduat (DÇM) uygulaması tedavüle sürülmüşken işler bu anlamsız heterodoksi tartışmasına neden evrildi? Ya da bu uygulamaların eleştirmenleri aslında “heterodoksi” tartışmasının anlamsız olduğunu bilmiyorlar mıydı?
Bu sorunun cevabı açık; elbette biliyorlardı.
O halde “hain”den, “algı operasyoncusu” na, “kitap yüklü merkepten”, “iş bilmemeye”, “faiz lobisi” mensubu veya adamı olmaktan “gayri milli”liğe ve “müstemleke” ekonomistliği”- ne çeşitli şekillerde suçlanan bu uzmanların bir kısmı neden Bakan Nebati’nin sözlerini eleştirilerinin odak noktasına koymayı, kendilerine bu biçimde bir “eleştirel alan” açmayı tercih ettiler, esas onotolojik mesele bu. Sorunun cevabı da aslında bu nesnel eleştirileri siyasallaştırarak itibarsızlaştırmaya çalışan iktidar söyleminde yatıyor.
Alman filozof Martin Heidegger, Unterwegs zur Sprache (Dile Doğru Yolda – 1959) adlı çalışmasında: “İnsan dili konuşmaz, dil insanı konuşur” der. Kullanılan dil elbette insanın var oluşuna, nerede ve nasıl var olduğuna, koşullarını nasıl algıladığına dair çok şey söyler.
Esasen daha da öncesinde, 18. yüzyılın en önemli fikir ve bilim adamlarından olan Georges- Louis Leclerc de Buffon, Fransız Dil Akademisinde 1753’de verdiği ve dil ve üslup konusunda hala bir başyapıt kabul edilen Discourse sur le Style (Üslup Üzerine) söylevinde bu durumu daha da net ifade etmiştir: “Üslub-ı beyan ayniyle insandır”. Buffon’un sözlerini tercüme eden Recâîzâde Mahmûd Ekrem ifadenin tüm derinliğini bize aktarmıştır. Bir olguyu ifade etmekte, bir tartışmayı yürütmekte, seçtiğimiz üslup kim olduğumuzun, ondan ötesi koşullarımızın aynasıdır.
Eğer bir ülkede siyasi bir meselede herkes sorumluluğun aslında kime ait olduğunu biliyor; buna rağmen esas muhatap yerine bilgisayar tabiriyle “kullanıcı ara yüzünü”, onu da eleştirisine alan açmak için yanlışı, manasız olanı, referans kabul etmek suretiyle, muhatap almak gereğini hissediyorsa, o ülkede kullanılan dilin, onun söylediklerinin ve söyle(ye)mediklerinin, sessizliğin sesinin demokrasinin ve ifade özgürlüklerinin ontolojisine dair işaret ettiği önemli eksiklikler vardır.
Aslında özü hukuktan Anayasaya oradan yapısal reformlara uzanan gerçek varoluşsal tartışmamız budur…