Güveni sağlamadan kısır döngü bitmez
Beklenen oluyor yine. Öteden beri vurguladığımız ve hep birlikte müptelası olduğumuz üretim / büyüme modelinin kaçınılmaz sonucu olan kısır döngü yeniden devrede. Baskılanan döviz kuru ve, hesap yöntemi tartışmalı da olsa, düşen enflasyon ekonominin toparlandığı gibi bir izlenim yaratsa da, daha önce de değinmiştik, olumlu gelişmelerin arkasında temel ekonomik dengelerde bir iyileşme değil ekonomide yavaşlama ve dış konjonktür ile jeopolitik risklerde gevşeme var. Üstelik, baz etkisinin sona ermesi ile önümüzdeki dönemde enflasyonda yukarı yönlü bir eğilimin ortaya çıkacağını, ayrıca artmaya devam eden bütçe açığı ve 2020’de geri ödenmesi gereken yüklü iç borç nedeniyle hassaslaşacak kamu nakit yönetimi nedeniyle bizi zor bir yılın beklediği de açık. Gerek kredi derecelendirme (rating) şirketlerinin notları, gerekse reel kesim ve tüketici güven endeksleri ise olumsuz sinyaller vermeye devam ediyor. Reel kesimde yatırım hevesi düşük ve risk yönetimi kaygısı ön planda. Doğrudan dış yatırımda da kıpırdama yok. Oluşan nisbi istikrarı ise yeniden ithalat ve tüketim çekişli mevcut modeli işleterek kullanmaya, ekonomide canlanmayı, yavaşlama nedeniyle düşmüş ( hem de böylece övünmemize yol açmış) dış ticaret açığını ve cari açığı yeniden körüklemek suretiyle sağlamaya başladık bile. Ekim ayı ihracatının geçen yıla göre %1.5 azalıp yaklaşık 16 milyar TL’ye, ithalatının ise %11 artıp 18 milyar TL’ye yükselmesi, şimdiden cari fazla yarattığımız yanılsamasını sona erdirmiş bulunuyor. Ekonomik modeli değiştirmeden ve güven algısını yükseltmeden büyüme yaratmanın başka yolu yok çünkü. Ne var ki böyle bir büyüme yine geçici olacak ve yeni bir döviz şoku ortaya çıkana kadar devam edebilecek. Hem bütçe açığı verip borçluluğu tırmandırırken buna bir de cari açık yükselişi eklenirse yolun sonunun yeni bir kriz olacağını tahmin etmek zor değil. Yani çarkları çevirmek için onca maliyete ve sıkıntıya, yine aynı kısır döngüyü sürdürmek için katlanacağız.
En pahalı borçlanan ülkeyiz
Uluslararası Finans Enstitüsü’nün geçenlerde yayınladığı rapor da, “düşen ve muhtemelen daha da düşürülecek olan faizlerle desteklenecek tüketim artışının, büyümeyi bir ölçüde destekleyeceğini, ama aynı zamanda ithalatı ve dolayısıyla cari açığı da arttıracağını, üretimi arttırmadan tüketimi arttırmanın TL’nda yeni bir değer kaybını tetikleyebileceğini ve enflasyonu da azdıracağını, Türkiye’nin ekonomik büyüme modelini tüketim yerine makroekonomik dengeleri kalıcı kılacak verimlilik, rekabetçilik ve ihracat eksenlerinde revize etmesi gerektiğini” belirtiyor. Gerçekten de gelişmekte olan ülkelerde ortalama %4 büyümenin sağlandığı bir yılda biz onca kredi desteğine rağmen sıfırın biraz üstünde bir büyüme için çabalıyoruz. Yatırımlarda artış bir yana daralma yaşandığı, işsizlikte de artış olduğu dikkate alındığında sadece tüketim artışıyla daha yüksek bir büyüme sağlanması da beklenemez. Ticaret savaşlarının ve belirsizliklerin zorlaştırdığı dış ticaret de, iç talebin büyümesiyle ithalatı pompalayarak büyümeye olumsuz etki yapmakta. Öte yandan bütçe açığı bir yana faiz dışı açığın da kronikleşmesi eğilimi, hem enflasyonu hem de finansman maliyetini arttırıcı bir başka faktör.
Finansman maliyeti demişken, Türkiye’nin iç piyasadaki faiz indirimlerine karşılık, dış borca en fazla faiz ödeyen ülke konumunda olduğunu unutmamak gerek. Son yıllarda, Kamu Özel İşbirliği modelindeki altyapı projeleri borçlarının geri ödemelerinin başlamasının da etkisiyle yıllık 14 milyar dolara yaklaşan, Devlet İç Borçlanma Senetleri’ne ödenen faizlerle 16 milyar dolara ulaşan faizler ödeyen Hazine, uzun süre %7’nin üzerinde faiz yüküne katlandı. Küresel likiditenin yeniden gevşemesinden sonra yapılan 2.5 milyar dolarlık ve 5 yıl vadeli son ihalede de faiz %5.7 oldu. Karşılaştırma yapmak açısından 2 yıl vadeli ihalelerde Almanya’nın -%0.5, İtalya’nın -%0.07, Japonya’nın -0.17 ve Portekiz’in -%0.5 negatif faizlerle borçlandığını, ABD 5 yıllık vadeli hazine tahvil faizinin de %1.7 olduğunu belirtelim. Bütçe ve cari açıklarını kapatmak için ağır faturalar ödeyen ve büyük refah kaybına uğrayan Yunanistan bile tahvil ihraçlarında yılbaşlarında %3 civarında karşılık görürken şimdilerde negatif faiz ile borç bulabilmeye başladı. Gelişmekte olan ülkeler arasında kırılganlıkta Türkiye ile aynı kategoride sayılan Güney Afrika da aynı vadede dolar cinsinden borca %3.5 faiz ödüyor. Çünkü Güney Afrika’nın CDS primi 182 iken bizimki hala 300’ün üzerinde. Yunanistan ve Güney Afrika’dan bu ölçüde olumsuz ayrışmamız, uluslararası piyasalarda Türkiye’ye güven kaybının büyük boyutlarda olduğunun açık göstergesi. Bu da Hazine’nin son 12 ayda 621 milyar TL vergi gelirinin 96 milyar TL bölümünün, yani %15’ten fazlasının faize gitmesinin en önemli nedenine işaret ediyor.
Büyüme ama nasıl?
Türkiye’nin genç nüfusu nedeniyle istihdam ihtiyacının büyümeyi birinci öncelik haline getirdiği doğru; bu açıdan siyasi iktidarın bütün program revizyonlarında bundan vazgeçmek istememesi anlaşılır bir tercih. Ancak bu yılı zorlukla sıfırın üstünde tutabilirken gelecek yılın büyümesini hala %5 olarak hedeflemek pek gerçekçi değil; bunun objektif dayanakları yok. Bu hedefi yakalamak için destekleri zorlamanın ise ekonomiyi ısındırıp enflasyonu ve cari açığı sıçratma riski büyük.
Bu nedenle, artık manevra alanımızın daraldığını bilerek ve kalıcı büyümenin ana bileşeninin sabit sermaye stokunu arttırmak olduğunu hatırlayarak, krizle sonuçlanacak hızlı büyüme tutkularımızı gemlemenin ve kaynak dağılımının da özenli davranarak başta imalat sanayii olmak üzere yerli ve yabancı sermayenin yatırım hevesini arttıracak şekilde ılımlı ve öngörülebilir bir büyüme stratejisine geçiş yapmanın vaktidir. Aksi takdirde, tutsağı olmaya başladığımız kısır döngü her geçen yıl küçülen bir büyüme potansiyeli ile bizi baş başa bırakabilir.