Güven meselesi
Türk dış politikasının son 18 yılının özeti: “Komşularla sıfır sorundan, “Değerli yalnızlık” tezine varan savrulma.
AK Parti hükümetlerinin iktidarda oldukları ilk 10 yılda “güven ilişkisi” Türk yetkililerinin diplomasi jargonunda en çok kullandıkları sözdü. Elbette bu güven karşılıklıydı ki, Türkiye dünyanın en görünür krizlerinde “honest broker-tarafsız arabulucu” olarak kabul edilebildi.
Türkiye, Afganistan ile Pakistan arasında arabulucuk yapan; İsrail ile Filistin’i aynı masaya oturtabilen; İspanya’nın ayrılıkçı bask örgütü Eta ile görüşmelerine evsahipliği yapan bir ülkeydi. Suriye ile ilişkilerde “Şamgen” denilerek, pasaportsuz seyahatin önünü açacak adımlar atılıyordu. Suudi Arabistan Kralı’na devlet nişanı veriliyor, Kral’ın ölümünde yas ilan edilecek kadar iyi ilişkiler yürütülüyordu. Birleşik Arap Emirlikleri AK Parti hükümet yetkililerinin ikili ilişkileri geliştirme amaçlı düzenli bir ziyaret güzergahıydı.
Türkiye, BM Genel Kurulu’nda rekor oyla Güvenlik Konseyi üyesi olabildi.
Şimdilerde hikaye başka türlü.
Türkiye, hem Avrupa Birliği, hem de ABD’nin farklı konulardan dolayı yaptırım tehdidi altında; İsrail, Mısır, Suriye’de Büyükelçisi yok; Yunanistan’la daha birkaç ay önce Ege’de sıcak çatışmanın eşiğinden dönüldü, tehlike henüz geçmiş değil; Suudi Arabistan Türk mallarına boykot uyguluyor; Birleşik Arap Emirlikleri, Libya’dan Suriye’ye, Ege’ye kadar her konuda Türkiye’nin karşısında tavır alıyor. BM’de Türkiye’nin yeniden Güvenlik Konseyi koltuğuna oturma hayalleri son birkaç denemede başarısızlıkla sonuçlandı.
Uluslararası ilişkilerde geçerli tek temel kural vardır: Ülkelerin ulusal çıkarlarıdır asıl olan. Ulusal çıkarların korunması ise değişen ittifakları, konuya bağlı işbirliklerini gerektirir. Bir yerde işbirliği yaptığınız ülkeyle, diğer alanda rakip olmanız işten bile değildir. Ülkeyi yönetenlerin değil, ülkenin bekası, ihtiyaçları, çıkarları belirler “dost-rakip-düşman” kavramlarını.
Bu açıdan bakınca, “dostluk/ kardeşlik” ülkelerarası ilişkilerde ancak içi boş, konjonktürel nezaket sözlerinin ötesine geçmez. “Dostluk” adına tüm yumurtalar aynı sepete konulduğunda ise, ülke çıkarları açısından tehlike başlar.
Son dönemde çok tartışılan Türkiye-Katar ilişkilerini de aslında bu açıdan değerlendirmek gerekir. Türkiye’nin milli savunması için kilit noktada bir askeri tesisinin –muhalefete göre satılması/ iktidara göre ise işletmesinin devredilmesine- bu açıdan yaklaşılmalıdır. Tank palet fabrikası, mali değeri ne olursa olsun, Türkiye’nin milli savunması açısından kritik öneme sahip bir tesis. Dolayısıyla, “işletmesinin” bir yabancı ülkeye devredilmesi –bu ülkenin Batı blokundan ya da doğudan olması fark etmez- tartışmalıdır.
Daha tank-palet fabrikası tartışması bitmeden, şimdilerde Katar’la imzalanan “su yönetimi” konusundaki işbirliği mutabakatı yeni tartışma konusu. Türkiye’ye komşu bile olmayan Katar’la “su yönetimi” konusunda nasıl bir işbirliği yapılacağı tartışmaları başlamıştı ki, Tarım Bakanlığı’ndan “Katar’la imzalanan anlaşmanın “iki ülkenin birbirinden su temini, su nakli, suyun paylaşılması vb hususları içermediği” açıklandı.
Ancak bu kez de tartışma bir başka “özelleştirmeye”, DSİ’nin sulama tesislerini “hizmet alımı vasıtasıyla işlettirmesine” ilişkin düzenlemeye kaydı. DSİ’nin Türkiye’deki su kaynaklarının işletmesini özelleştirebilmesini öngören kanun CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülmüştü. Anayasa Mahkemesi geçtiğimiz ay sonunda verdiği kararla CHP’nin itirazını haksız buldu.
İşin ilginci, Katar’la “su yönetimi” konusundaki mutabakat zaptı da, Anayasa Mahkemesi’nin bu kararından sadece bir gün sonra imzalandı. Şimdilerde muhalefet, Katar’la imzalanan su yönetimi anlaşmasının, DSİ tarafından işletmesi özelleştirilecek sulama kaynakları için mi yapıldığını tartışmaya açtı. Katar’la yapılan anlaşma “mutabakat zaptı” olduğu için TBMM’ye gelmeyecek. Yani metni AK Parti hükümeti açıklamadıkça, görmek mümkün olamayacak. Dolayısıyla bu tartışmaların sonucunu biraz da yaşayarak görecek gibiyiz.
Türkiye’de AK Parti hükümetinin “dost/kardeş ülke” olarak nitelendirdiği Katar’ın, neden bu kategoriye girdiğine ilişkin kriterler müphem. Ancak işin ilginç yanı, Katar’ın uluslararası alandaki “dostluk kriteri” daha gerçekçi; Katar, Türkiye’nin tanımadığı Kıbrıs Rum Kesimi ile, üstelik Türkiye’nin “milli dava” olarak nitelendirdiği Doğu Akdeniz’de işbirliğine gitmekten, Rumlar’ın tek taraflı olarak Ada’nın etrafında ilan ettikleri 12 parsellik doğalgaz-petrol arama alanlarından birinde işbirliği yapmaktan çekinmedi.
Katar ile Türkiye arasındaki işbirliğinde ivme, Suudi liderleğindeki Körfez ülkelerinin Katar’a ambargo uygulama kararıyla yükselişe geçmişti.
Şimdilerde Katar, Suudi Arabistan’la barışma yolunda. Suudi/ BAE cephesi ile Katar arasındaki yakınlaşma, Türkiye’ye “kandırılmışlık hissi” olarak dönmez umarım...