“Geliştirici özenme” ve “yıkıcı kıskanma” tuzakları
Bir virüs salgınının yarattığı çaresizliğin dünya gündeminin ilk sırasına yerleştirdiği “sosyal mesafe” kavramını beş yıla yakın bir zamdır okuyucuyla paylaşıyorum.
İletişim teknolojilerinin yarattığı potansiyeller, bir düşüncenin ya da bilgiyle olgunlaştırılmış bir fikrin çok hızlı “toplumsallaşması” için her türlü kolaylığı sağlıyor. Oysa bugün, olması gerekenin tam tersine tanıklık ediyoruz: Kaliteli fikirlerin toplumsallaşması zorlaşıyor.
Neden beklenen gerçekleşmiyor da tersine bir gelişme oluyor? Gözlemlerime göre “kısa mesaja dayalı iletişim” vasat insan doğasına denk düşüyor; buzdağının görünen yüzü kitlelerin ilgisini çekerken, “düşünce geliştirme” ciddi emek ve zaman ayırmayı gerektiğinden, kitlelerin ilgi menzili dışında kalıyor.
Topraklara, kurumlara ve topluma küsülmeyeceğini babamdan öğrendim. Doğru olan tutum dip dalgalarla uğraşmaksa, ilginin yetersizliği darılarak kabımıza çekilme olmamalı, tam tersine entelektüel gücü olanların ilkeli tutkuları artırmalı.
Topluma darılma lüksümüz olmadığına göre, toplumsallaştırılması gereken konularla ilgili düşündüklerimizi tartışmaya açmayı sürdürmeliyiz. Bizim bakış açımıza göre önemli bulduğumuz beş sorunla yüzleyeceğiz.
Birincisinden okuyucularımız en az on yıldır haberdardır: “Ani temas kırılganlıklarına” karşı topluluğumuzu hazırlamalıyız. Bilimi ve teknolojinin yarattığı bağlantı ölçeğinin alabildiğine gelişmesi, insanlar arasındaki etkileşimi sınırlayan erişilebilirlik engellerinin, başında da dil engelinin ortadan kalktığı aşamadayız. Kültürümüzü oluşturan “inanç değerlerine saldırı” olursa, yaşam dengemizi bozacak kadar etkilenmemiz için neler yapmamız gerektiğinin alternatif senaryoları elimizin menzilinde hazır olmalı; “toplumsal farkındalık düzeyini” yükseltmek gerekecektir.
İkincisi, “kentleşmenin artması ve gelir dağılımındaki eşitsizlik” mesafe ayarlarını değiştirecektir.
Kentleşme insanları belli mekanlarda toplayarak “yakınlaştıracak”; aynı zamanda “toplumsal hiyerarşide yer edinmek için yarıştıracaktır” da. Bireysel ve toplumsal anlamda rakip ve rekabet anlayışının değerleri yeniden tanımlanacaktır.
Üçüncüsü, gelir eşitsizlikleri, kentlerde yaşayanları “geliştirici özenme” kadar “yıkıcı kıskanma” ya da sürükleyecektir. Kentlerde toplanan insanların “gözle ve sözle erişimleri” görgüye dayalı “öğrenim ve öğretimi hızlandırdığı” kadar, bir saatlik elektrik kesilmesinin “yağmalara” yol açması gibi olumsuzluklar da yaratacaktır.
Dördüncüsü, sorunların tanımlanması ve çözümlerin üretilmesinde “küresel olanlar” göreve hızla büyürken, “yerel olanlar” küçülmektedir. Küresel kapsayıcı kurumlara ihtiyaç artarken, ulus devletlerin yerel kurumlarının yeniden tanımlanması gerekecektir. Bugün gündemdeki “iklim sorununu” yerel kurumlarla çözemeyiz. “Gıda güvenirliliğini”, gücü ne olursa olsun ulus devlet kurumlarıyla tam anlamıyla sağlanamaz. Yakın gelecekte “içme-kullanma ve sanayi suyu” ulus devlet kurumlarının sorunu olmaktan çıkarak ‘küresel kurumların’ sorunu olacak. COVID-19 kanıtladı ki, “sağlık sisteminin yönetimi” ulus devleti aşan “kurumsal yapılanma” gerektirecek. “Kesintisiz enerji” sorunu, hızla ulus devletlerin boylarını aşacak ölçeklere doğru ilerleyecek. “Eğitim” konusu da yakın gelecekte ulusların değil, insanlığın sorunu olacak.
Beşincisi, “sosyal, zamansal, mekansal, deneysel ve psikolojik mesafe ayarı” ulus devlet kurumlarının çözebileceği olgular değil. Bunun için de “işbirliği” anlayışını gözden geçirmek, dar bakışların tuzaklarından uzak durmak gerekiyor.
Bu konuları tartışmayı sürdüreceğiz.