Gelecekte sol
Olacaktır. Sol da sağ da daima olur. Ancak zamanla anlam kaymaları yaşarlar ve işin özü olarak görülen modeller/politik öneriler değişir. Ünlü Rus Marksisti Plekhanov Marksizmin ‘Spinozacılığın bir türü’ olduğunu yazmıştı. “Spinoza hala her yerde” desek buna itiraz gelebilir ama bu ifadeyi bir anlamda doğru bulacakların sayısı da az olmaz. En azından ABD anayasasına etkisi oldu ve bu da hala dünyayı hala etkiliyor demek ki buraya gelene kadar daha önemli nedenler sayabilirim.
Bu böyledir ama sosyalizm programının bugün hangi anlama geldiğini tam olarak bilmiyoruz. Genel olarak sosyalist sıfatını sosyal demokratların solundaki akımlar için kullanıyoruz ama “solunda olmak” ne demek tam belli değil. Öte yandan sosyal demokrasi de tarihten silinme emareleri gösterdiği için kerteriz olarak kullanılıp ona göre sol/sağ cetveli çıkarmak ne kadar anlamlı bilinmez.
Tarihi olarak 20. Yüzyılda sosyalizmin klasik modeli üç bileşenden oluşuyordu. Sosyalizm diyorum komünizm demiyorum çünkü SSCB’de komünist partisi üyeleri bile 1985 civarında kendilerini sosyalist olarak niteliyorlardı. Komünizm bir tür ütopya olarak görülmekteydi. Neydi bu bileşenler? (1) Tek parti/rekabetsiz politika (2) Merkezi plan/piyasasız ekonomi (3) Devlet (kamu) mülkiyeti/özel mülkiyetin tasfiyesi. Bu bileşkeyi somutlaştırmak için büyüme/kalkınma stratejisini ekleyebiliriz. Standart sürümde büyüme stratejisine Preobrazhensky-Stalin Modeli adını verebileceğimizi yazmıştım. Ancak büyüme stratejisi tek başına sosyalizme dair bir ipucu vermez. Mesela Hindistan 1990’a kadar Preobrazhensky- Stalin modelinin akrabası olan Feldman-Mahalanobis Modelini kullanmıştı. Ancak Hindistan’da sosyalizme benzer bir rejim kurulmadı. Yani Fransa’da doğmuş olan “yön gösterici planlamadan” daha ileri giden daha merkezi bir planın olması sosyalizm anlamına gelmeyebilir.
Üç bileşenin ilkine bakalım. Tek partinin aslında asla tek parti olmadığı, bütün siyasi eğilimlerin tek partiye doluşacağı söylenebilir. Burada iki önemli mesele var. Bir, tek parti içinde tasfiyeler olacaktır ve parti içi demokrasi/parti dışı demokrasi ilişkisi tartışmalıdır. Kanımca optimal teşvik tasarımının bir sonucu olarak Leninist partide tasfiye eğilimi daima mevcuttur. Rus ve Çin örnekleri bunu zaten gösteriyor. Ancak Merkez Komitesinin her “kesip atma“ işleminden sonra ortaya yeni bir parametreler dizisi çıkacağını ve yeni “kesip atmaların” da optimal olacağını düşünemez miyiz? Her parametre dizisine tekabül eden yeni bir “tasfiye eşiği” olacaktır ad infinitum. Yani tek parti içinde çeşitli eğilimler açık veya örtük olarak var olacaklardır fakat tasfiyeler durmayacaktır. Sonuçta amaçlanan monolitik yapıya asla ulaşılamayacaktır. İki, kurumsal değişim elbette ki eski eğilimleri törpüler. Mesela Rusya’da devrimden sonra Bolşeviklere katılan bazı eski köylü partisi (SR) mensupları 20-30 sene sonra hala SR olarak kalmış olamazlar. Olamazlar, değişirler ama farklı tercihler/eğilimler tümden yok olmaz. Bu sefer de yeni ayrışmalar oluşacaktır. Açık ve kesin örnek Gorbachov ve 1989-1990’ın SBKP’sidir. Gorbachov düşünmüştür taşınmıştır ama partiyi bölmeye karar verememiştir. Belki de geç kalmıştır çünkü parti zaten 5-6 parçalı olduğunu göstermişti. Yani Gorbaçov açık propagandaya izin verdiği anda partinin parçalı yapısı gün ışığına çıktı. Esasen Gorbachov liderliğinde bir sosyal demokrat parti (“yenilikçiler”) ve Zyuganov liderliğinde bir milliyetçi parti (“muhafazakârlar”) kurulacaktı. Bu neredeyse kesindi ve birbirlerine yakın oy alacaklardı. Ancak ilki bir türlü kurulamadı ve bu arada, Gorbachov karar verene kadar SCCB dağıldı. SBKP’nin (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) bölünmesi konu olmaktan çıktı çünkü ortada Sovyetler Birliği kalmadı. Yine de Zyuganov partisini kurdu ve 1990’larda Rusya Federasyonu seçimlerinde yüksek sayılacak oylar aldı. Yani (1) artık olmaz. Olsa da, demokrasi kaygıları bir yana, amaçlanan sonucu vermeyeceği tecrübeyle sabittir. Tek parti rejimlerinin dönemi kapanmıştır.
Gelelim diğerine: (2). Piyasa meselesi solun gündemine çok önceden geldi. O kadar geldi ki “gulaş sosyalizmi”, “özyönetim” gibi konular komünist harekete yabancı değildi. SSCB’de 1965 Liberman reformları ilerletilseydi sonuç ne olurdu bilinmez ama orada da gündeme gelmiştir; hem de SSCB’nin en tepesinden. “Piyasa sosyalizmi” kavramı daha da eskidir. Yani piyasa-sosyalizm ilişkisi 90 senedir ya teorik ya pratik olarak tartışılan, bilinen bir konu oldu. “Bir miktar piyasa olsun ama stratejik sektörlerde, ileri teknolojide merkezi plan geçerlidir densin” denebilir. Bu iş bu kadar basit değil. “Bazı düşük teknoloji alanlarında piyasaya izin verelim ama önemli sektörleri merkezi planla idare edelim” dediğiniz anda teknolojik gelişme sorununa çarparsınız. Bilim ve teknoloji o kadar hızlı ilerliyor ki merkezi kararlarla yönlendirilemez. Tam tersine belki de teknoloji sınırında merkezi plan gelişmelere geç adapte olacak, işe yaramayacaktır. Burada da esnetme yapılacak örneğin bilinen tarzda klasik merkezi plan değil sanayi politikası veya “güçlendirilmiş yön verici planlama” –“güçlendirilmiş parlamenter sistem” oluyor da bu niye olmasın?- önerilecekse geniş bir gri alan söz konusu olacaktır.
Gelelim (3) numaraya. (2) ile bağlantılıdır ama analitik açıdan ayırmakta fayda var. Burada kadim sosyalizm fikrine en yakın koordinatlara ışınlanabiliriz. Kamu mülkiyetinin ağırlığının neoliberal denen dönemden sonra artması gerektiğini söylemekle sosyalist olunmaz. Bunu herkes söylüyor. Esasen 1970’lerdeki kamu/özel ağırlıklarına geri dönsek bile o zaman da sosyalizm olmadığı için bu tek başına bir gösterge değildir. Ayrıca neoliberal 40-45 senede devlet küçülmemiş, örneğin kamu borcu her yerde artmıştır. Ancak sosyalizme yaklaşan bir uygulamalar zinciri buradan başlatılabilir. Elbette eğitimde, sağlıkta, çevre konularında, sosyal sigorta sisteminde kamuculuk hızlı bir geri dönüş yapmalıdır. Buradaki kamuculuğun niteliğine ve hızına göre sosyalizmden esinlenen bir durum söz konusu olabilir. Kamudan vazgeçilemez.
Sonuç? Üç bileşene bakarsak elde var (0 + ½ + ½). Bahsettiğim büyüme stratejileri veya modelleri –Mahalanobis vs.- zaten kadüktür; eski teknolojiye aittir. Hindistan’ın 30 sene önce “işe yaramıyor” diye –ki yaramıyordu- terk ettiği modele benzer bir modeli yeni kalkınma stratejisi diye sunmak –1930'ların Sovyet büyümesinden bahsetmiyorum bile- tarihsel açıdan regresyondur ve yeni fikirler bulamamanın açık kanıtı olacaktır. Gelecekte dünyada yeni bir sol dalga hatta belki gevşek biçimde sosyalizm denebilecek bir akım ortaya çıkacaksa bu tabandan ve yerelden gelecek, genç işi bir akım olacak, en azından başlangıçta bulaşık ve flu bir nitelik taşıyacak ve eski fikirlere pek de yüz vermeyecektir. Kim bilir belki o zaman da “yeniden kabaran sol dalga Spinozacılığın bir türüdür” diyecek düşünürler çıkar. Madem Marx’ı es geçelim diyenler çoğunlukta haydi bakalım öyleyse. Belki insan sıfatına haiz olanlar olarak Dante’ye, Machiavelli’ye, Hobbes’a kadar geri gitmeyeceğiz ama Spinoza’ya kadar gidebiliriz. Geçmişle muğlak ama tematik bir bağ kurmakta sakınca yok. Ayrıca şu açık: Kamuculuktan vazgeçmek ruhun ölümüdür. Ekonomi disiplininin de sonudur. Eskiden düşünüldüğü gibi olmayacak. Ama kamuculuk mutlaka olacak.