Geçmişe bir yolculuk
Atatürk’ün hedefi tam bir Rönesans ve Reform idi. Kont Leon Ostrorog daha 1927 yılında yapılanın tarihsel önemini açıkça kavramıştı. Tarih ve mantık bize gösteriyor ki bu devrimin özgün yanı onun iddialı bir hedefe sahip olmasıdır. Kültürel ve ideolojik alana iktisadi alandan daha fazla önem verilmiş ise bu bilinçlidir. Öyle ki Türk yurttaşlığı neredeyse yalnızca kültürel bağlamda tanımlanmıştı. Pratikte işlerin tam olarak böyle gitmemesi ayrı meseledir. Zaten her zaman öyle olur. Ulus-devlet kurarken sadece bir koda başvurulması görülmemiş iştir. Üst kimlik meselesi de bu değil midir? Çeşitli (alt) kimlikler olduğu içindir ki söylem ve hukuk düzeyindeki temel çağırmaya üst kimlik deniyor.
“Banal milliyetçilik” veya benzer kavramlar akademik yazında yaygınlaşmadan önce Kemalist yurttaşlığın bu zamanına göre kendine özgü kültürel tonunun çok kez vurgulandığını belirtmek gerekir. Mesela Michael Billig, Banal Nationalism, New York 1995; Anne-Marie Thiesse, La création des identités nationales, Paris 2001 olmadan da bunu biliyorduk. Yine de milliyetçiliğe, kimliklere, imgesel ve hayali mitlere dair post-Anderson’cu yaklaşım birçok yazarın Kemalizm’e ve genel olarak Türk milliyetçiliğine bakışını değiştirmiştir. Ancak kimi erken dönem çalışmalarında da bu yeni fikir dizisini öngören temalara rastlayabiliyoruz. Bu nedenle Türk milliyetçiliği çalışmaları pek çok açıdan fazla değişmemiştir. Biraz değişti ama çok değil.
Mesela Peyami Safa 1939 yılında ilk defa açıkça Kemalist Aydınlanma’nın en azından kısmen bir başarısızlık olduğunu çünkü batı dünyasını bütün olarak ithal etmeye çalıştığını, İslam'ın derin köklerini ve etrafa yayılan dallarını dikkate almadığını ve istediği sonuca rahatça ulaşamadığını öne sürmüştü. Dindarların katılmadığı reformlar söz konusu olduğunda seküler bir elin hariçten gelen dokunuşu gerçek inananları ancak daha da fazla rahatsız ederdi. Safa’ya göre Kemalist Aydınlanma zaten ahmakça bir dokunuştu; yine de eşyanın tabiatını değiştirmeden gelip geçmişti. Hatalı olan bu aşırı iddia sonraki sağcılığın özünü oluşturmaktadır. Hatalıdır çünkü maya önemli ölçüde tutmuştur. Hatalıdır çünkü reformları başlatan bizzat Osmanlıydı. Hatalıdır çünkü modernliğe götüren birden fazla yol vardır. Hatalıdır çünkü Osmanlı daima Avrupa’nın bir parçasıydı; öyle veya böyle. Rumeli Beylerbeyliği daima çok daha fazla fert başına gelir üretmiş, merkeze bundan da fazla vergi aktarmıştı. Yani? Tarihte seçişler vardır ve bazen gidilecek birden fazla patika olabilir. Ancak çoğu zaman gidilecek yol önceden bir hayli belirgin hale gelmiş olabiliyor.
Şu da var: Türk muhafazakârlığının ideolojik ve kültürel taşıyıcı direği olarak anti-komünist güdü daha ilk günden halk içindeki dindarlığın düzeyini ve tonunu belirlemekte belirleyici bir unsur olmuştu. Bir de tabii önceki, en eski anti-komünizm var. Nedir? İçeride komünizme izin vermemek –ki zaten bugünkü demokrasi olsaydı da komünist hareketin gelişeceği sosyolojik zemin 1920’lerde de 30’larda da 40’larda da var olmadığı için etki belki de sadece ideolojik olacaktı- ancak dışarıda SSCB ile iyi ilişkiler kurmak. NATO daha sonradır. Bandung Konferansı (1955) öncesi CIA’nin din kartını küresel düzeyde açmaya çalışması da, ABD’yle Reinhard Gehlen’in savaşta oluşturduğu yapı sayesinde bu bahiste yarışmaya kalkan Federal Almanya’nın ‘Berlin’de bir cami’ kartını açması da çok daha sonradır –ki bu sonuncusu belki de ortak karttır. Buna eklenebilecek tek şey 1950'lerde Türk toplumunun hâlâ baskın şekilde bir tarım toplumu olduğu gerçeğidir. Dinsel diriliş bu çerçeveye kolayca uyum sağlamıştır. Türk sağı seçimlerden birbiri ardına zaferle çıktıkça, Türk köylüsünün kendiliğinden içgüdüleri, kültürel yatkınlıkları ve geriye saran muhafazakâr davranış kodları ile siyasetçilerin Downs'vari özellikleri iyice yerleşiklik kazanmıştır. Amerikalılar bu dönüşümü, yalnızca komünizmin ve her türden sol idealin karşısına çıkacak bir engelin oluşması olarak gördükleri için mutlulukla karşılamış ve takdir etmiş olabilirler. Sadece bu kadar değildi tabii ama sonuç şudur: Uzun vadede Kemalist modernizmi Halk Türklüğünün bilindik milliyetçi-dindarlığının doğal bir payandası olarak yeniden konumlandırmak için onu sözde aşırı çağrışımlarından arındırmanın yalnızca aydınlanmanın kendisinin temel unsurlarından koparılmasına yol açmıştır. Zamanın küresel gerici tezi de bu değil miydi? Fazla Aydınlanma mesela en azından İtalya’da ve Fransa’da olduğu gibi yüzde 25’lik komünist partilere yol açardı ve bu asla kabul edilemezdi. SSCB’nin bir örnek, bir başarı öyküsü gibi görüldüğü dönemlerde belki fazlası da olur diye korkmak belki de doğaldı. Komünizmin başarısızlığı ayrı konudur; ancak aşırı anti-komünizm Aydınlanmaya mal olmuştur.
Peyami Safa, Hilmi Ziya Ülken, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Ali Fuat Başgil ve Mustafa Şekip Tunç restorasyonun yüceltilmesinde önemli roller oynamışlardı. Anti-komünizm ana motifinin 1950'lerde de var olduğu doğruydu; hatta dönemin önemli muhafazakârlarının yazılarında bu konuda açık ideolojik referanslar mevcuttu. Ali Fuat Başgil, örneğin, bu hususta diğer konularda olduğu kadar netti: Ali Fuat Başgil, “İrtica Yaygarası”, Komünizme Karşı Mücadele, 1 Mart 1951; Başgil, Din ve Laiklik, İstanbul 2007 (1954. Başgil, 1 Mart 1951 tarihli kısa makalesinde açıkça "restorasyon"dan bahsetmektedir. Ulus Baker, buradaki siyasi dolayımsızlık düzeyine katılmamakta ve muhafazakârlık konusunda daha dolaylı bir yaklaşımı benimsemekte: Ulus Baker, "Muhafazakâr Kisve", Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, cilt 5: Muhafazakârlık. Ancak o da muhafazakârlığın karşı devrimci kökenini vurgulamakta ve liberalizmin muhafazakârlığa, muhafazakârlığın da gerici hareketlere doğal olarak içkin olduklarına ilişkin gözlemleri pek de şaşkınlıkla karşılamamaktadır. Şu kaynağa da bakılabilir: Peyami Safa, “Türk Düşüncesi ve Batı Medeniyeti”, Türk Düşüncesi, 1 Aralık 1953, 4-9.
Osman Turan ve Durmuş Hocaoğlu entelektüel cazibesi olan rollere soyunmuş ve aşırı sağdan ziyade merkeze seslenmişlerdi. 1960'lardan sonra her yerde ve her zaman var olan çeşitli motiflerin daha 1950'lerin başlarında açıkça ifade edilmiş olmasını görmek ilginçtir. Baltacıoğlu, Kuran'ın yerel dillere tercüme edilmesi, Luther'in İncil'i Almancaya tercüme etmesinin Reform için belirleyici bir nokta olduğu ve bu tercümenin Reformun özünü temsil ettiği şeklindeki görüşlerinde sergilediği ısrarlı tutumuyla modern, hatta radikal, bir görüntü vermektedir. Başgil ve Turan, daha çok, Reformcu olmayan türden muhafazakâr restoratör bir tip sergilemektedirler. Sonraki dönemin İslamcılarının cephaneliklerindeki mühimmatı yükleyen, daha sonra izinden gittikleri Başgil ve Turan olmuştur. Din ve vicdan özgürlüğünün laiklik ve benzerlerinde çok dikkate alınmadığı tezi ve Fransız tipi laikliğe karşı sekülarizm referansının benimsenmesi gibi unsurlar hem Başgil'in hem de Turan'ın yazılarında ortaya konmuştu. 1980'lerin sonunda eski solcular arasında moda olan “organik” gelişim görüşü de yine onların yazılarında tüm açıklığıyla mevcuttu. Dolayısıyla, mesela anayasaların karakteri de çok önemli değildi: Yasal mevzuattan çok daha önemli olan sosyolojik ve gelişimsel olandı ve sosyal dokunun nasıl örüldüğüydü. Jakobenizm tepeden inmecilikti; önemli olan” organik” gelişimdi, Buradaki sorun “organik” olanın da aslında fazla organik olmamasıdır. Açıkçası sağdan Aydınlanma karşıtı müdahaleye “organik”, soldan Aydınlanma yanlısı müdahaleye “suni” veya “tepeden inmeci” demek pek de ikna edici değil. Bu işler böyle olmuyor: örneğin Napolyon ordusunun Elbe’nin batısında inşa ettiği kurumlar belki de Avrupa tarihini fazlasıyla etkilemişti değil mi? Güya “organik” kalan İspanya ise devrimler, iç savaş, Franco sonrası en az 180 yıllık gecikmeyle Avrupa Birliği’ne kapağı attı ve sonunda kurtuldu veya normalleşti.
Durmuş Hocaoğlu da unutulmamalı: Oldukça ilginç bir örnek olarak belki daha fazla ilgiyi hak ediyor: Durmuş Hocaoğlu, Laisizm’den Milli Sekülarizm’e: Laiklik Sorununun Felsefî Çözümlenmesi, İstanbul 1995. Kitabının başlığının anlattığı gibi, İslam bağlamında sekülarizmin özünü oluşturan bir meseleyle karşı karşıyayız. Nedir? Milli Polonya ve İngiliz Kiliselerinin varlığı boşluğu tam olarak doldururken bizde milli bir Türkiye Camisi'nden yoksun kalan milli sekülarizm meselesi. Bu kadarı herhalde mümkün değildi ancak seküler ulusal kimlik bayrağının canlılık ve tazelik katacak şekilde yükseltilmesinin kültürel homojenleşmeye hizmet ettiği ve birleştirici bir söylem vazifesi gördüğü doğrudur. 1930'larda dahi Türk ulusçuluğu –ki o sırada bu doğaldı- evrenselci özelliklerini gururla ilan ediyor fakat bunu yaparken bir etnik kimlikten çok bir haleye (aura'ya) ve değerler sistemine (ethos'a) sırtını yaslıyordu. Etnik referanslar hepten kayıp veya önemsiz olmasalar da en azından söylem düzeyinde en öne çıkan unsur değillerdi. Üst kimlik meselesi budur.