Geçmiş ve gelecek
Büyüme, kalkınma, gelişmiş dünyayı yakalama vb. nosyonlar eskiden havada uçuşurdu. Dünya böyleydi. Sadece 1950 sonrasından 1990’lara giden dönemden bahsetmiyorum. Yakın zamana kadar akraba bir kavram gündemdeydi: Orta Gelir Tuzağı. Zaman geçtikçe yapısal, kurumsal ve tarihsel nitelik taşıyan iktisat ve siyaset kavramları ortadan kalkıyor. McCloskey “Herşey erdemler, değerler, kültür, iletişim ve bireye değer veren klakisk liberalizmde temsil edilir” diyor ama tercihler, ideolojiler, seçimler ve liderler ne Avrupa’da ne ABD’de böyle bir doğrultuya işaret ediyor. Gidişat tam tersine.
En önemli noktalardan birisi Frankfurt Okulu’nun ana eserinden 80-90 yıl kadar sonra bireyin artık tamamen ve belki de yeniden bitmiş olduğunu saptamaktır. Evet, Frankfurt Okulu (geniş tutulursa Adorno, Horkheimer, Benjamin, Fromm, Marcuse, hatta zorlanarak da olsa son kuşak olarak Habermas) klasik bireyin sönüşünü çok önce saptamıştı, ama yine de bireyden geriye kalan ne varsa son yıllarda ortadan kalktığını düşünmek mümkün. Adorno’nun Minima Moralia’da yazdığını günümüze getirirsek, bireyin likide edilmekte olduğu ifadesi bile çok iyimser kalıyor. 1990’larda “yeni Orta Çağ” teriminin popülerleşmiş oluşu bu gelişmenin bir semptomu olabilir. 2000’lere bir ad koymak daha da zor.
Mesela ticaretimizde büyük yer tutan ve milyonlarca yurtdaşımızın yaşadığı Avrupa’nın ana sorunu nedir? Avrupa’nın keyifsizliğinin, ataletinin kaynağı nedir? Burada bir “causas causentes”den, diğer herşeyi harekete geçiren tek bir sebepten bahsetmiyorum. Aksine planlı bir bütün içinde birbirine bağlı olan sebepler toplamından bahsediyorum. Ayrıca Avrupa’yı tamamen statik bir şekilde resmeden aşırı karamsar bir fotoğrafı benimsememekteyim. Avrupa çok da kötü bir durumda değil. Ama sorunları derin ve yapısal.
Büyüme – ya da bunun gerçekleşmemesi durumu - Avrupa için son derece önemliydi. Bugün daha da fazla öyle. Avrupa sosyal modelinin varoluşu bile tartışılabiliyor. Temel problem aşağı yukarı sabit bir emek arzına karşın yaşlanan bir nüfustur. İkinci olarak 15’ler Avrupa’sının büyümesi ve 28’ler Avrupa’sının büyümesi senkronize olmalıydı. Catch-up büyüme eş zamanlı gerçekleşmek zorundaydı. Üçünçü olarak, “geniş AB” bile küreselleşmenin gereklerine adapte olabilmek için sürekli devinen bir kapasite geliştirmek zorundaydı. Dördüncü olarak, sıfır büyüme Avrupa için açık bir tehdittir. Sıfır büyümenin sonuçları es geçilemeyecek kadar ciddidir. Sorun Avrupa piyasa ekonomisini fonksiyonel kılmanın yolunu bulmakta yatıyor. Ancak problem emek piyasalarında “Eurosclerosis” (aşırı rijidite, katılık) durumundan daha derine gitmektedir çünkü sorun Avrupalıların davranışsal karakteristiklerini ve derinlere yerleşmiş, kök salmış tercihlerini içermektedir. Adalet, verimlilik, kuşaklararası adalet konularına dokunup riskten kaçınma ve yanında girişimcilik ruhunun ölümü gibi can alıcı soruları ön plana çıkarmaktadır. Yukarıda bahsedilen, bireyin ölümünden kasıt bir dereceye kadar burada yatıyor. Avrupalılar bugün gerçekten büyümeyi istiyor mu? Görülen ataletin bugünün Avrupalıları ile henüz doğmamış gelecek kuşaklar arasındaki ihtilafı yansıttığı doğru mudur?
Büyüme bundan sonra her yerde, adeta doğasında mikroekonomik olacaktır. Burada artık işgücü artışına veya sermaye derinleşmesine dayalı, hatta beşeri sermayeyi güçlendiren modeller bile yetersiz kalacak. Dünya bambaşka büyüme dinamoları üretmeli çünkü bilimsel ilerleme ve teknolojik inovasyon görünenden çok ileri bir aşamaya ulaşmış durumda. Sorun sadece Avrupa’nın, emek piyasasının esnememesi değil, aynı zamanda Avrupalı kapitalistlerin de risk alan girişimci işlevlerini terk etmiş görünmesinde yatıyor.
Galiba hem ABD, hem de AB, varolan önemli teknolojik üstünlüklerine ve refaha rağmen klasik dönemdeki dinamizmlerini, farklı tarzlarda da olsa, kaybetmeye başladılar. ABD kıta olduğu için bir makrokozmos oluşturabilir; kaynakları var. Avrupa için sorun çok daha yakıcı. Başka bölgelere gelince; Uzak Asya dışında kültürel, davranışsal, bilişsel olarak ileriye atılacak (forging ahead) bir aday görünmüyor.