Gecenin zifiri karanlığında…
Gece… Zifiri karanlık… Simsiyah bir boşluk sonsuza dek uzanıyor... Bir denizin içinde gibiyim… Ay bugün çıkmayacak… Yukarıda milyonlarca milyonlarca yıldız ışıldamasa ürktüğümü söyleyebilirim… Ağustos gecesinde çıt yok… Nedense gece kuşları bile sustular… Zaman zaman uzak dağlardaki ıhlamur ağaçlarının çiçek kokularını taşıyan rüzgârın efilediği duyuluyor… Sonra çıt yok… İğde çiçeklerinin rayihası da karışınca bayılacak gibi oluyor insan. Ya manolyalar… Arada bir yerde apansız yakalıyorum kokularını… Sarsıcı… Ama yine çıt yok…
Sessizliğin sesini dinliyorum…
Üzerime konan kokulardan sermest, belerttiğim gözlerimle karanlığı delmeye çalışıyorum. Birileri beni böyle görse, bir şeyleri aradığımı hemen fark edecekler… Ah, işte oradalar… Nihayet, yıllardan sonra… Lusiferin ve lusiferaz adlı kimyasal maddeleri yüksek bileşenli başka bir kimyasal madde ile birleştiren, bu reaksiyonu sürekli ve eşit aralıklarla ustalıkla yapabilen yaratıklar yavaş yavaş yaklaşıyorlar… Önemli bir özellikleri de bu reaksiyon sırasında kimyasal enerjiyi hiçbir kayba uğratmadan dönüştürebilmeleri… Hayranlıkla seyrediyorum çocukluğumun o unutulmaz canlılarını… Yıllardan sonra…
Ateşböcekleri yanıyor sönüyor, sönüyor yanıyorlar…
Latince ismi Noctiluca Milliaris olan başka bir canlıyı da görebilecekmiş gibi yeniden aranmaya başlıyorum etrafta… Simsiyah gecenin içinde yüzdüğümü hayal ediyorum… Derken luminisens maddesini vücudunda barındıran bu canlıya dokunuyorum… Yakamozlardan yıldızla parmaklarımın arasından büyüleyici biçimde akıyor…
Işıldıyorlar, parıldıyorlar…
"Yıldızlar ateşböceği sanılmaktan korkmazlar" demiş Tagore… Gecenin bir yarısında yukarıda göz kırpan yıldızlara eşlik eden ateşböcekleri ve (hayalini kurduğum) ateşböceğinin denizde yaşayan versiyonu yakamozlar arasındayım… Doğanın kokuları başımı döndürüyor…
Ayakta dimdik duruyorum yıldızların, ateşböceklerinin, yakamozların aydınlattıkları gecenin içinde… Gözlerimi alıyor ışıltıları… İçine gün vurmuş bir bal kavanozu düşüyor aklıma nedense… Bir kibrit yakıyor, hışırtısını dinliyorum… Onun da mavisi yalazlanıyor gecede…
İşte bir başka yaz gecesi… Kayan yıldızları, meteor yağmurlarını hayal ediyorum yine gecenin geç ve ıssız bir vaktinde.
Kayan yıldızlar, aslında atmosfere girip yanarak düşen meteorlar, yani göktaşları. Ve bizler, modern dünyanın ışıklı gecelerinde onları artık göremesek de gökyüzünde oradan oraya milyonlarca yıldır kayıyor, yeryüzüne yağıp duruyorlar…
Yeryüzünün kütle çekim etkisiyle göktaşları atmosfere girerek yanıyorlar. Bu göktaşlarının hızı, saatte 216 bin kilometreye kadar ulaşabiliyor. Sözünü ettiğim şahane, muhteşem görüntüler dünyada en yoğun 12 Ağustos’u 13 Ağustos’a bağlayan gece yaşanıyor.
O gece, güneş battıktan sonra, gökyüzünü siyah bir perde örttüğünde, mümkün olduğunca ışıksız bir yerden oraya bakıyor olacağım. Orası dediğim kuzey… Çağdaş teknolojik olanaklarla meteorların yağdığı yönü, milimi milimine bulmak çok kolay; telefonunuzda gökcisimlerinin yerlerini gösteren bir uygulama varsa yeterli…
Bir de şarkı tutturursam; “benim gönlüm sarhoştur, yıldızların altında” diye başlayan, hayat “mavi nurdan bir ırmak”a neden dönüşmesin?!