Futbol ve taraftar
Futbolun bu kadar popüler olmasında herkesin oynayabileceği –veya bir zamanlar oynamış olduğu- “basit bir oyun” olmasının payı büyüktür denir. Aslında felsefeci bir arkadaşımın önerisiyle daha doğru ifade “basitleştirildiğinde herkesin oynadığını sandığı karmaşık bir oyun” olabilir. Herkesin oynadığı oyun bir çeşit top oyunudur ama futbol değildir. Popülerliğe katıda bulunan “herkesin oynadığını sanması” durumu aynı zamanda bir lanettir. “Futbolun laneti” dünyanın bazı bölgelerinde taraftarı da yöneticiyi de problemli faktörler haline getirmektedir.
Bunun nedeni nedir peki? Nedeni taraftarın futboldan anlamadığı halde anladığını sanmasıdır. Kabul etmeliyiz ki herkesin sosyolog, ekonomist, tarihçi vb. olduğu toplumlarda bu tip algılar çok yaygındır. Futbolda da böyle olması sürpriz olmamalı. Basketbol, voleybol, tenis, eskrim vs. için ise bu pek mümkün değildir. Bu alanlar sıradan insana nükleer fizik gibi görünür. Taraftar bu sporlarda kolay kolay daha iyi bildiği –veya oyuncudan daha iyi oynayabileceği- iddiasında bulunamaz.
Neden taraftar/izleyici “futboldan anlamadığı” halde “anladığını” sanmaktadır? Bunun nedeni Rıdvan Dilmen’in arada bir söylediği “herkes mahallede Japon kale oynamıştır” lafında gizli. Futbol –daha doğrusu top- oynamak için ne tesis gerekir(di) ne uzun boylu olmak ne aylar süren bir öğrenme süreci… Kimse kendisini kolay kolay Michael Jordan’la özdeşleştiremez mesela; belki 2 metre boyunda bir genç lise takımında oynarken kendisini geleceğin Jordan’ı olarak görebilir ama o kadar. Genel olarak bu özdeşleşme mümkün değildir. Oysa herkes Messi olabileceğini hayal edebilir. Gerçekçi olmasa da gerçek olabilir çünkü görünüşte –en azından başlangıçta- Messi’yi on binlerce cılız küçük çocuktan ayıran bir özellik görülmemektedir. Güzel.
Ancak bu özdeşleşme mekanizması sadece futbolcuyla değil futbolun kendisiyle ilgili olarak da çalışmaktadır ve problemin kaynağı buradadır. Taraftar “bunu ben bile atardım” diyebilmektedir ama bununla yetinmeyip “bu takım 4-3-3 oynamaz hoca” diye bağırma hakkını da kendisinde görmektedir. Oysa futbol son derece karmaşık, belirsizlik derecesi yüksek bir oyundur. Bir kere sahada 11 oyuncu vardır; 5 veya 6 değil. Bu devasa bir fark yaratmaktadır. İkincisi saha büyüktür. Pek de olağanüstü olmayıp normal insan fiziğine sahip oyuncuların 90 dakika boyunca koşmaları, savunmaları, hücum etmeleri gereken alanlar muazzam olabilmektedir ve üstelik bunu çok hızlı yapmak durumundadırlar. Bazı sahaların yüzölçümü diğerlerine göre fazladır ve alışık olmayan oyuncu nerede durduğunu bile anlamakta geç kalabilir. Antrenman aynı hareketlerin sürekli tekrarına dayalıdır ama futbolda bunu yapmak çok daha zordur. Oyuncuların fizik yapıları dahi birbirine benzemez. Buna yedekler, kaleci çalıştırıcısı, diğer yardımcılar, (yeni çıkan) taç veya duran top antrenörü gibi kişileri de eklediğiniz zaman ortaya rahatlıkla 30 kişilik bir ekip çıkmaktadır. Burada her tür kolektif eylem problemi, koordinasyon başarısızlığı olasıdır. Futbol sadece ayakla oynanan bir “top oyunu” olarak tarif edilemez.
Sayılar önemlidir. Bu nedenle bu “geniş sayılar oyununda” ekol olan takımlar yetiştirmeyi de geniş sayılarla –elbette seçilmiş genç oyuncularla- yıllar boyu tekrar ederek başarabilmektedir. Teknik direktöre üç ay bile geçmeden “anlamıyor bu işten” diyebilen taraftarların veya yöneticilerin bol olduğu camialar asla ekol olamazlar.
Yanıltıcı bir aşinalık kavramıyla zedelenmiş, bozulmuş bir öğrenme(me) süreci söz konusu. Çok yaygın bir kültürel problemin bir örneği olarak görülmeli. Çocukken Japon kale oynadığı için oyunu zaten “hocadan bile daha iyi biliyor, oyuncudan bile daha iyi oynayabiliyor” olduğunu “düşünebilen” taraftar zamanla futbol kültürüne zarar verir hale gelecektir. "Futboldan anlamak" meselesini tadında bırakmak, fazla ciddiye almamak gerekiyor. Diğer konularda da öyle.