Fransa’da Halk Cephesi
Birinci Dünya Savaşı’nda çok sayıda asker karşılıklı olarak Avrupa’ya yığılmıştı. Bu bir siper savaşıydı. Sonuçta Fransa ve Almanya arasındaki sınır değişmedi ve savaş bir hat üzerinde geçici gelgitlerle sürdü. Sınır çizgisi bile değişmediği için milyonların bir hiç için öldüğünü söylemek mümkün. Paylaşım savaşıydı ve klasik dönem emperyalizminin şahikasıydı. Cephelerde broşürlerin dağıtıldığı, pasifistlerin aktif olduğu, Bolşevik Devrimi sonrası ideolojik ögenin iyice belirginleştiği bir savaştı. Savaş sonrası yapılan anlaşmaların kararsız ve geçici niteliği dönemin kapanmadığının açık kanıtıydı. İmparatorluklar yıkılmış, Kaiser devrilmiş ve kendisi de bir o kadar kaotik ve travmatik olacak olan Weimar Cumhuriyeti dönemi başlamıştı.
Zamanın en öngörülü isimlerinden Keynes Versailles Anlaşması’nın yeni bir dünya savaşının tohumlarını attığını daha 1919’da yazmıştı. 1919’da Komintern’in kurulması ve Avrupa sosyal-demokrat/sosyalist partilerinin içinden komünist partilerinin çıkmasıyla yeni bir dönem başladı. 1930’lar 1920’lerin devamıdır. Şu farkla ki 1930’ların ortalarında hemen her yerde diktatörler iktidara gelmişti. Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, Portekiz’de Salazar, hemen ardından İspanya’da Franco, Macaristan’da Horty, Polonya’da Pilsudsky, Bulgaristan’da Tsankov, Yunanistan’da Metaxas –onlara 1940 sonundan itibaren Romanya’da Antonescu eklenmişti- 1930’lara toptan damga vururlarken, Sovyetler Birliği’nde Stalin iktidarını 1936-1938 davalarıyla perçinliyordu. Belçika, Hollanda, İngiltere, İskandinav ülkeleri ve Fransa’da liberal demokrasi adı verilen parlamenter rejimler ayakta kalmıştı.
Présentation du Comité de liaison des jeunesses du Front populaire dans les colonnes de La Voix des jeunes, organe mensuel des jeunesses laïques et républicaines de la Haute-Saône et des Vosges, juillet 1936. (Archives privées Robert Leroy-Wattiaux)
Fransa önemliydi çünkü Almanya’nın komşusu ve rakibiydi. Kıta Avrupa’sındaki en büyük güç oydu. Fransa da 1930’lara çalkantılı bir demokrasiyle ve keskin ideolojik tartışmalarla girdi. Bu tartışmalar hem Komintern’in stratejisini değiştirecek hem de Halk Cephesi’nin kuruluşuna götürerek Fransa’yı aşan bir umut ve dalga yaratacaktı. 1929 Krizi sonrası Avrupa’da ve elbette Fransa’da 1930’ların bunalımlı yılları sadece ekonomik değil ideolojik ve siyasi olarak da büyük bir dinamizme, kaotik bir gerilime neden oldu.
Fransa 1914’e bir “orta sınıf”, bir küçük mülkiyet cenneti, cumhuriyetin çok uygun olduğu ve en fazla cumhuriyetçi bir radikalizme açılabilecek bir ülke olarak girdi. 1920’ler bu manzarayı değiştirdi ve 1929 Krizi Fransa’yı da etkiledi. Ama ne Fransız Komünist Partisi ne de Fransız aşırı sağı 1920’ler boyunca güçlenebilmişti. PCF’nin (FKP; Fransız Komünist Partisi/Parti Communiste Français) 1936 Halk cephesi seçimlerine kadar girdiği üç seçimde ortalama yüzde 9,8 oy aldığını, Halk Cephesi şemsiyesi altında girdiği 1936 seçimlerindeyse oyunu yüzde 15,3’e yükselttiğini görüyoruz. En yüksek oy oranına “kurşuna dizilenlerin partisi” –« le parti des fusillés »- olarak, yani Nazi işgaline karşı direnişin lider partisi olarak görüldüğü İkinci Dünya savaşı sonrası ulaşıyor: Kasım 1946 seçimlerinde oy oranı yüzde 28,3’e yükseliyor. PCF 1946 sonrası kurşuna dizilen partililerin sayısını 75.000 olarak muhtemelen hayli abartılı bir şekilde verdiği için bazen “75.000 kurşuna dizilenin partisi” olarak da anılıyor. 1969’da Sosyalist Parti adını alacak olan SFIO 1936’daki Halk Cephesi seçimlerinde yüzde 19,9 oy alırken Radikal Parti yüzde 28 elde ediyordu. Yani bu üçlüden ve diğer soldan oluşan Halk cephesi 1936 seçiminde toplamda yüzde 57,1 oy almıştı. 1930’lar geride kalan 15 yılın tüm tortusunu taşıyarak güncelleyecek, Fransızların Fransızlarla ideolojik olarak ve sokakta fiilen çatışacakları bir dönem olacaktı. Yüzde 57,1 unutulacak bir oran değil. Ancak fazlası var. Asıl fark oylarda değildi.
Bir tür işçi aristokrasisi partisi olan SFIO (Section Française de l’Internationale Ouvrière –bugünkü Fransız Sosyalist Partisi) eski dönemin partisiydi ve Lenin’in çağrısına uyanların PCF’yi kurarak ayrılmalarından sonra teorik bir yenilenme geçirememişti. Partinin lideri Léon Blum bir teorisyen değildi ve parti 20. Yüzyılın başındaki önderleri Jules Guesde’i ve Jean Jaurès’i 20-30 yıl sonra tekrar etmekten öteye gidemiyordu. Cumhuriyetçi radikallerin partisi kuru ve sıkıcı, merkez sağ ise « belle époque » özlemiyle yaşayan, finans merkezi olma tutkusu ve imparatorluk sevdası içinde –« grandeur impériale»- altın standardından çıkmakta bile ayak direyen bir görüntüdeydi. 1935’e gelindiğinde PCF genç bir parti olmasına rağmen dinamik olmayan, 15 senede Fransız toplumunun ana katmanlarına nüfuz edememiş, vasıfsız işçilerin, işsizlerin, gençlerin, hayal kırıklığına uğramış eski dönem devrimcilerinin, bohem sanatçıların, umutsuzların partisi olarak kalmış gibiydi. Bir türlü yüzde 10 bile alamayan bu parti gençlik arasında da etkisizdi ancak 1933’ten itibaren bu durum politika değiştirilmeye başlanmış, çok daha kalabalık ve coşkulu sosyalist ve Katolik gençlik örgütlerine benzemeye çalışılmıştı.
Katolikler? 18. Yüzyıldan 20. Yüzyılın başına kadar yaklaşık 150 sene boyunca Fransa’da entelektüeli tarif etmeye, önüne liberal, Katolik, sosyalist gibi sıfatlar eklemeye gerek yoktu. Entelektüel modeli Ansiklopedistler tarafından toplumun önüne konulmuş ve benimsenmişti. Ansiklopedistlere cevap verenlerse başka entelektüeller değildi. Cevabı Katolik Kilisesi adına ruhban sınıfı veriyordu. Ne zaman ki Dreyfus Olayı Fransa’yı ikiye böldü, “Katolik entelektüel” ayrı bir kategori olarak ortaya çıkabilir hale geldi. Elbette sosyalist akımların ve işçi hareketlerinin güçlenmesi, Avrupa’yı sendikal gücün ve seçim başarıları giderek artan Marksist olma iddiasındaki sosyalist partilerin rüzgârının sarsmaya başlaması ortamı değiştirmişti. Rerum Novarum Katolik dünyasında bir yenilikti; ama tezlerinin özü yeni olduğu için ama tezlerinin inananlar ve düşük rütbeli din adamları arasında neden olduğu sonuçlar nedeniyle.
Rerum Novarum 1891 yılında yükselen sola karşı –aynı zamanda kapitalizmin yarattığı gözle görünür sefalete vicdanen kayıtsız kalınamayacağı için- Katolik Kilisesinin cevabıdır. Ruhbana gönderilmiştir ve Papalık imzasını taşır. Bildirge işçi sınıfının durumunun iyileştirilmesinden bahseder; aynı zamanda işçi sınıfının ayaklanmamasını tavsiye eder. Papa Leo XIII bu kilise içi mektuba “İşçilerin durumu” başlığını koymuştur: Rerum novarum de conditione opificum. Özel mülkiyet kabul edilirken, işçi sınıfının fakirliği ve sefaletine çare bulmak gerektiği, sendikalaşmanın caiz olduğu, pazar günleri çalışılmayacağı fakat bu izin gününün dine uygun geçirilmesi gerektiği bildirilir. Carl Schmitt 1932 yılında Katolik kilisesinin teolojik açıdan kendisini enternasyonal bir işçi sendikasıyla aynı düzlemde görmesinin mümkün olmadığını yazmıştı. Sekiz asır öncesinin papa/imparator çekişmesinin yerini Kilise/II. Enternasyonal çekişmesi almış değildi ve muhtemelen sosyalist cenahta da Katolik –ve hemen ardından Almanya’da Protestan- “işçi sınıfı açılımlarının” nasıl avantaja çevrilebileceği tartışılıyordu. Rerum novarum yenilikti ama sonuçta bir denge değildi ve bir açıdan 1890’larda kimsenin kimseye güvenmediği bir durumun göstergesiydi. Bazılarının denediği gibi Rerum Novarum’a dayanarak 11. Yüzyılda Anselmus Cantuariensis’ten yola çıkıp “kurtuluş teolojisine” 800 yıllık harita çıkarmak ve Latin Amerika’da çok önemli olduğunu savunmak gerçeğe pek uygun değil. Yine de Katolik entelektüellerin bu ikinci doğuşu aydınların bir kısmında Fransız Devriminin özgürlük/eşitlik/kardeşlik değerlerinin sekülarize edilmiş Katolik değerler olduğu yorumunu besledi. 1920’lerde ve 1930’larda sayıları az da olsa Cumhuriyetçi Katolik entelektüellerin varlığının nedeni söz konusu yeniden doğuşun özgürleştirici etkisidir. Katoliklikteki bu kırılma 1940 sonrası Alman işgali sırasında işbirlikçi Vichy rejimine destek olmakla Nazilere karşı direnişe fiilen katılmak arasında birbirinin tam tersi konumlanışlara yol açacaktır. Elbette piskopos düzeyinde yüksek ruhbanlar Mareşal Pétain’i destekleyecek, Katolik okullarında dönemin Vichy rejimini destekleyen propaganda şarkısı «Maréchal, nous voilà!» çaldırılacaktır. Fakat başkaları da vardır ve onlar direnişe ilk günden katılacaklardır.
Ancak, evet, fazlası var. 1932 seçimleriyle kıyaslama oylar açısından aslında ne olduğunu gösteriyor. 1932’de seçimi zaten Cartel des gauches –PCF dışında kalan sol partiler ittifakı- kazanmıştı. Cartel o dönemde oyların yüzde 45,9’unu almıştı –4,394.963 oy. PCF 1932’de yüzde 8,3’e denk düşen 796,630 oy almıştı. Cartel ve PCF’yi topladığımız anda 1932 itibariyle yüzde 54,2’ye denk düşen 5,191.597 oy elde etmişti. Seçmen sayısı değişimiyle ilgilenmezsek Halk Cephesinin Cartel + PCF’den fazla oyu 437,597 oy ve yüzde 2,96 yapıyor. Yani Fransa zaten “soldaydı”. 1932 ile 1936 arasındaki fark olsa olsa yüzde 3 idi. Öte yandan sağ blokun 1932’ye göre oy kaybı da azdı ve sadece 178.000 kadardı. Oylar açısından farklar şuradaydı. SFIO yüzde 20,51’den yüzde 19,86’ya ve iki radikal cumhuriyetçi parti yüzde 24,56’dan yüzde 14,45’e gerilerken, PCF büyük atak yaparak oylarını 805,974 artırarak yüzde 8,3’den yüzde 15,3’e çıkıyordu. PCF, Fransa siyasi tarihine 1980’lerin ortasına kadar 50 yıl sürecek şekilde kritik bir noktadan giriyordu.
En büyük fark buydu; birincisi, PCF artık marjinal bir parti değildi ve ikincisi, radikal cumhuriyetçiler kan kaybediyordu. Yoksa sağ ve solun göreceli durumu fazla değişmemişti. Bu ezici bir zafer, Fransa’da siyasal ittifaklarının kökten değiştiğini gösteren bir yeniden yapılanma değildi. Ancak her şey oylardan ibaret değil; Fransa’da faşizan hareketlerin canlılığına ve eylemliliğine, entelektüel cazibelerinin artmasına, Katolik cenahın güçlenmesine ve yenilenmesine rağmen hava değişmişti. Grev dalgası en çok bu “iklim değişikliğini” gösteriyordu ve 1936 yılının barometresi Halk Cephesi iktidarını ilk günden selamlayan grevlerdi.
O grevler ki nasıl başladığını ne CGT –PCF yanlısı büyük sendika- ne PCF ne de başkaları tam olarak bilmiyordu. Grevlerin fabrikalarda uzun bir hazırlık döneminden sonra, ancak tepe örgütlerinin haberi olmadan başladığı görülüyor. O kadar ki PCF yayın organı L’Humanité ancak 11 Haziran’da grevleri sahiplenmeye başlıyor –ilk büyük dalgadan 4 gün sonra- ve CGT yöneticisi Léon Jouhaux 15 Haziran’da “hareketin tam olarak nasıl ve nerede başladığını” bilmediklerini söylüyordu. Üstelik grevler PCF’nin güçlü olduğu ve sendikalaşma oranları sırasıyla yüzde 22, 44, 36 ve 35 olan demiryolları, posta servisi, kamu hizmetleri ve eğitim sektörlerinde yoktu. Grevlerin en yoğun olduğu metalürjide sendikalaşma oranı yüzde 4, tekstilde yüzde 5, gıdada yüzde 3 idi. Renault’daki greve PCF’nin ağır topları gidip destek olmuştu; ama ancak başladıktan günler sonra. Üstelik 28 Mayıs’ta grev başladıktan bir gün sonra PCF tuhaf biçimde işçileri yönetimle uzlaşmaya çağırmıştı. Temmuz başında küçük işletmelerde başlayan üçüncü dalgaysa gerçek bir sosyal patlama görüntüsündeydi. İlk grevler Le Havre’da 11 Mayıs, Toulouse’da 13 Mayıs’ta başladığında PCF medyası bir hafta boyunca suskunluğunu bozmamıştı.
“Halk Cephesi” ifadesi de ilginçtir. Jean Perus’a göre Maurice Thorez 25 Ekim 1934 tarihli L’Humanité’de “özgürlük, emek ve barışın geniş bir halk cephesi” sözlerini kullandığı güne kadar Fransızcada “cephe” sözcüğü bu anlamda hiç kullanılmamıştı: « Front populaire », Halk Cephesi. Front ya yüzün üst kısmı, alın anlamındaydı ya da savaşılan cephe anlamında askeri dilde kullanılıyordu. Halk kitlelerini bir “cephe” gibi görerek askeri dile gönderme yapmak Fransız siyasi kültüründe söz konusu değildi. Perus’a göre “halk cephesi” doğrudan doğruya Komintern’in dili olan Rusçadan tercüme edilerek alınmıştı: narodnyj front. Aynı günlerde Volksfront ve frente popular sözcükleri de kullanılmaya başlanmıştı. Perus Rusçada ve Sovyet yazınında hozjajstvennyj front (ekonomi cephesi); kul'turnyj front (kültür cephesi); front truda veya trudovoj front (emek cephesi) şeklinde “cephe” sözcüğünün sıklıkla kullanıldığını belirtiyor. “Front” sayılara gönderme yapar. Yüksek sayılara ulaşmadan “front” yani “cephe” oluşturulamaz. Perus’tan öğrendiğimize göre Fransız askeri dilinde « front » savaşılan yer –Galiçya cephesi gibi- değil, o yere ayrılan ordular, kolordular, tümenler anlamına geliyor. Burada vurgu « populaire » kısmında ki sayıların önemini bir kez daha öne çıkarıyor. Thorez’in bu ifadeyi tam da Komintern 1935 dönüşüne hazırlanırken söylemiş olması bir rastlantı olamaz. Nitekim PCF, SFIO’ya defalarca cephe çağrısı yapmış ve ancak 12. seferde kabul görmüştür.
Halk Cephesi çok katmanlı bir meseledir. Fransa’daki muhteşem örneğinde başarıyı da başarısızlığı da belirleyen çok sayıda faktör ve güç iç içe geçmişti. Ancak cepheyi kuranlar, hatta ondan da fazla kurduranlar, işçiler, gençlik, halk kararlı ve ideolojik açıdan oldukça net idiler. Seçimde oylarını 1932’ye göre biraz artırmışlardı. Asıl fark oylarda değildi. Asıl fark esen rüzgârdaydı. Hava değişmişti.