Fabrika ayarlarına dönüş: Ekonomik ve hukuki reform, acı reçete
Geçtiğimiz hafta, ekonomi yönetiminin gündemi eşi görülmemiş derecede hareketliydi. Önce Merkez Bankası Başkanı aniden görevden alınıp yerine eski Maliye Bakanı Sayın Naci Ağbal atandı. Piyasalar daha bu haberi hazmedememişken ve ne olduğunu anlamaya çalışırken, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın sosyal medyaya düşen istifa mesajı sonrasındaki uzun sessizlik ertesinde Albayrak’ın görevden affının (?) kabul edildiği açıklandı ve yerine eski Kalkınma Bakanı Sayın Lütfi Elvan atandı. Memlekete hayırlı olsun diyor, kendilerine başarılar diliyorum.
Bu atamalar sonrasında, Adalet Bakanı Sayın Abdülhamit Gül’ün yargı bağımsızlığını hatırlatıp hakimlerin vicdanlarına göre karar vermeleri ve kararlarını verirken kimseyi dinlememeleri gerektiğini vurgulayan sözleri ve hemen ertesinde Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun büyük tartışmalara neden olan bazı ceza yargılamalarındaki dosyalara ilişkin bilgi istediği haberleri medyada yer aldı. Bu arada Sayın Cumhurbaşkanı’nın “hukuki ve ekonomik reform” başlatılacağı ve bunun için gerekirse “acı reçetelerin” uygulanabileceği yönündeki sözleri manşetlerde yerini aldı.
Malumunuz üzere, Türkiye ekonomisi uzun bir süredir iyi gitmiyor ve korona virüs pandemisi de kötü gidişe tuz biber ekti. Ekonomik bozulma elbette bir gecede olmadı ve bu bozulmanın arkasında çok derin yapısal sebepler bulunmakla birlikte; Türkiye’nin Batıdaki imajının, hukuk devleti olduğu algısının sarsılması, siyasetin ekonomi üzerinde fazlasıyla etkili olduğu ve yönetimde liyakatin bozulduğu inancının hakim olması sürahiyi çatlatan en önemli nedenlerdir. Bu faktörler nedeniyle, son birkaç yıldır gayrimenkul sektöründeki bazı yatırımları saymazsak Türkiye’ye doğru düzgün yabancı sermaye girişi olmadığı gibi yerli sermayemiz de yurt dışına çıkmaya başlamıştır. Üst üste çıkarılan varlık barışlarına rağmen yurt dışında parası olanlar paralarını ülkeye getirmiyor. Ne vatandaşın, ne yatırımcının Türkiye’deki kamu kurumlarının açıkladığı verilere inancı kalmamış durumda. Açıklanan rakamlar ile sokaktaki gerçekler birbiriyle uyuşmuyor. Güven bir kez sarsıldı mı, yeniden tesis etmesi en zor şeydir…
İçerdeki gelişmelere paralel olarak geçtiğimiz hafta dış politika ve uluslararası gündem açısından da yoğundu. Öncelikle ABD’deki seçimleri Biden’ın kazanması büyük olasıkla kesinleşti. Son dönemlerde sıkı ilişkiler kurulan Trump yönetimi dirense de gidecek gibi gözükmektedir. Bu durumun dünya siyasetinde ve global ekonomide yol açacağı paradigma değişiklikleri Türkiye’yi de mutlaka etkileyecektir.
Diğer taraftan, Kafkasya’daki savaş bu hafta itibariyle sona ermiş gözüküyor. Kardeş Azerbaycan, Ermenistan işgali altındaki topraklarının bir kısmını savaş meydanında geri aldı ve Rusya’nın konuya el atması sonucunda Ermenistan’ın kademeli olarak Karabağ’dan çekilmesini öngören bir barış antlaşması sağlandı. Anlaşmanın gereği olarak Nahcivan ile Azerbaycan arasında, Ermenistanla da Karabağ arasında Rusya kontrolünde olacak koridor açılmasının öngörüldüğü ve Rusya’nın bölgedeki barışı temin etmek üzere 5’er yıllık sürelerle asker bulunduracağı anlaşılıyor. Yani Azerbaycan topraklarında Rus askerleri olacak. Türkiye bu görüşmelerde Aliyev’in de istemesine rağmen masada istediği yeri alamamış gibi duruyor. Rusya, bölgeye Türkiye’yi sokmuyor. Ayrıca, İdlib her an patlamaya hazır bomba durumunda. Bizim basında bugünlerde çok yer almasa da Rusya orada da ağırlığını koymuş durumda. Türk askeri, bazı gözlem noktalarından geri çekilmeye başlamış. Libya’da da Rusya’nın devreye girmesi sonucunda sağlanan ateşkes, Türkiye’nin baştaki ivmesini kesti. Doğu Akdeniz’de şimdilik Rusya ile doğrudan karşı karşıya gelmiş değiliz, ama üç vakte kadar orada da birşeyler çıkacaktır. Özetle, Türkiye-Rusya arasında bir zamanlar kurulan stratejik ilişkiler uzun vadeli olmayabilir ve bugüne kadar kanaatimce Rusyanın kontrolünde ve istediği doğrultuda gitti. Bu gelişmeler de Türkiye yönetiminin yüzünü tekrar Batı’ya dönmesine neden oldu diye düşünüyorum.
Yukarıda özetlemeye çalıştığım ekonomi ve dış politika gelişmelerinden dolayı yönetimimizin politika değişikliğine gittiği ve imaj tazelemesi yapmaya çalıştığı ortadadır. Bu nedenle, uzun bir süredir yöneticilerimizden duymadığımız “hukukun üstünlüğü, hakimlerin bağımsızlığı, ekonomik reform” gibi kavramları yüksek sesle duymaya başladık. Ekonomik ve hukuki reform olarak nelerin yapılacağını, Bakan değişikliklerinin ötesinde hangi politika ve paradigmaların değişeceğini veya değişip değişmeyeceğini zaman içinde göreceğiz. Ancak şunu akılda tutmak gerekir ki; piyasaları iki defa kandıramazsınız. Bu nedenle, yapılmaya niyetlenilen dönüşümün sözde değil, özde olmasını temenni ederim. Zaten reform olarak sunulanlar, aslında oyunun olmazsa olmazı kuralları. Ancak, Türkiye bir süredir futbol sahasında hentbol oynamaya çalıştığı için ceza sahasında hep penaltı yaptırdı. Hukukun üstünlüğünün olmadığı, liyakatin bozulduğu, kayırmacılığın olduğu, şeffaflık ve hesap verilebilirliğin olmadığı, özetle yatırımcının kendini güvende hissetmediği bir ülkede yatırım ve ekonomik kalkınma olmaz.
Bu noktada, ekonomik dönüşüm adına atılan ilk adımları olumlu buluyorum. Gerek yeni TCMB başkanı, gerek yeni Hazine ve Maliye Bakanı, her ne kadar atandıkları yeni makamların uzmanı olmasalar da; Cumhuriyet’in enderunlarında yetişmiş, önemli görevlerde bulunmuş, önceki görevlerinde rüştlerini ispat etmiş, kameralar önünde şov değil, mutfakta iş yapan, paydaşları dinleyen ve çözüm odaklı kişilerdir. Bununla birlikte; reform, sadece koltuklarda oturan kişilerin değiştirilmesiyle olmaz. O koltuklara reformist insanların oturtulması ve bu kişilere reform yapabilecekleri ortam, yetki ve kadroların sağlanması ile olur. Bunun için de siyasetin teknik anlamda ekonomi politikalarına müdahale etmemesi gerektiği gibi idari yapılanmanın da buna göre şekillendirilmesi gerekir. Devlet zaruret içine düşünce, kurtarıcı olarak getirilenlerin, bir zamanlar “bürokratik oligarşi” diye kötülenen, dışlanan, kapatılan kurumlarda yetişen insanlardan olması, kamunun nitelikli insan kaynağı olan bu kurumların yokluğunun gelecekte daha fazla hissedileceğini göstermektedir.
İçinden geçtiğimiz zorlu ekonomik sınavdan çıkmak kolay olmayacaktır. Bu nedenle gerekirse “acı reçeteler” uygulanabileceği telaffuz edilmiştir. Geçmişte uygulanan acı reçetelerden gerekli dersler alınmadığı için bugün yeniden acı ilaç içmek zorunda kalacağız. Acı reçete demek, harcamaların kısılması, ücretlerin azalması, faizlerin artması, ekonomik darlık ve kemer sıkma demektir. Bu reçetelerin acılığının azaltılması için vatandaşlar kadar Devlet’in de üzerine düşeni yapması gerekir. Sadece bazı kesimleri kapsayan reçete uygulanması sosyal adaletle bağdaşmayacaktır. Bu nedenle, yeni dönemin fitilinin ateşlendiği bu hafta atılan adımları olumlu buluyor ve devamını getirecek ciddi yapısal reformların samimiyetle yapılmasını bekliyoruz.
Bu bağlamda öncelikle, Merkez Bankasının gerçekten bağımsızlığının sağlanması elzemdir. TCMB de piyasaya yapacağı müdahalelerde ve piyasalar ile olan iletişiminde tutarlı olmalıdır. Faiz oranlarında beklenen düzeltmeleri yaparak örtülü faiz politikası uygulamaktan vaz geçmelidir. İkinci olarak, faiz sebep midir somuç mudur tartışması bir an önce mazide bırakılıp Merkez Bankası temel amacı olan enflasyonun düşürülmesine yoğunlaşmalıdır. Enflasyon düşürülmeden faizler de düşmez, döviz kurları da. Bugün dünyada, çift haneli enflasyon yaşayan iki elin parmakları kadar ülke bulunmaktadır. Türkiye; Venezuela, Zimbabwe, Sudan, Angola, Zambiya gibi ülkelerle aynı kategoride olmayı hak etmiyor.
Maliye politikası açısından da kayıt dışılığı azaltacak, adil vergilendirmeyi sağlayacak önlemler artırılmalıdır. Ticaretin daraldığı, (gizli) işsizliğin hat safhada olduğu bir ortamda yeni vergi artışları ve sosyal yardımların kesilmesini beklemek kolay değildir. Bu nedenle, yapılması gereken kamu harcamalarına yoğunlaşıp gereksiz bütün harcamaların kesilmesidir. Kamudaki tasarruf, makam aracı satışı gibi her zamanki populist göstergeye indirgenmemelidir. Kasettiğim, büyük altyapı projelerinin ertelenmesi ve planlanan bazı mega (!) projelerin yapılmamasıdır. Halihazırda, Hazine’de kara delik olan, geçenin 10 geçmeyenin 20 akçe ödediği projelerin de yatırımcılarla müzakere edilerek gözden geçirilmesi gerekmektedir.
İç piyasadaki ekonomik olumsuzların milli gelirdeki negatif etkisinin giderilmesi için ihracatın artırılması gerekmektedir. Pandemi nedeniyle turizm gelirlerinde bir hareketlenme beklemek hayal olduğuna göre ülkeye döviz girişi ancak ihracat ve yabancı yatırımcı sayesinde olacaktır. Mal ve hizmet ihracının artmasıyla ülkeye girecek döviz, kurların düşmesinde de olumlu katkı sağlayacaktır. İhracatın artırılması için de ihracatçının desteklenmesi kadar yeni pazarlar bulunması, önceki pazarlarla olan (özellikle Kuzey Afrika ve komşu ülkeler) ilişkilerin yeniden güçlendirilmesi gereklidir. Bu ise siyasi iklimin ve ilişkilerin yumuşatılması ile mümkündür.
Ülkeye gelen yabancı yatırımcının da uzun süreli yatırımlar yapması için önşart, hukukun üstünlüğü ve özgürlüklerin artırılmasıdır. Şu an gelişmiş ülkelerde negatif reel faizler söz konusudur ve dünyada gidecek yer arayan trilyonlarca dolarlık para bulunmaktadır. Türkiye’nin bu fonlar için güvenli ve kazançlı bir liman olduğu konusunda yatırımcıları ikna etmesi şarttır. Bunun için de sözde değil, özde adımlar atılmalı, yapısal reformlar yapılmalıdır.
Tüm bunları söyledikten sonra insan düşünmeden edemiyor: Telaffuz edilemeye başlanan ve aslında medeni bir ülkede medeni insan olarak yaşamanın önkoşulu olan söz konusu reformlar, neden hep ekonomi duvara tosladığında gündeme gelmektedir? Yoksa herşey bir avuç dolar için mi? (Bir avuç dolar demişken, başrolünde Clint Eastwood’un oynadığı 1964 yılı yapımı “A Fistful of Dollars” filmini tekrar izlemenin zamanı gelmiştir.)
Sözün özü: Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım...(Mevlana Celaleddin Rumî)