Eserlerin ölümsüzlüğü: Bedenin sonu, sanatın zaferi

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK

“Yazmasam, çıldıracaktım" demişti Sait Faik... Sanatçının, edebiyatçının kaçınılmaz yazgısı değil midir bu? Çıldırma ile deha arasında gidip gelen beynin gri kıvrımlarındaki çukurlar ve tümsekler arasında biteviye salınan elektrik akımları, düzensiz voltaj, etkiledikçe etkiler onu... Üretim aşamasına bir an önce geçmek zorundadır, yoksa içindekileri, duygularını dışarı vuramazsa sonuçlarını yaşamak/yaşatmak zorundadır... Beynin gebeliği, çocuğa hamilelikten çok daha zor geçer... Ne süresi, ne sancı zamanı, hiçbir şey, hiçbir şey belli değildir... Bir öğleden sonra, gece yarısı veya sabaha karşı doğum gerçekleşebilir... Feri gitmiş bir lamba, bir floresan ışık, belki de mum alevi ya da dolunayın parlaklığı yeterlidir eğer kalem kullanıyorsa... Fırça erbabı ise ille de gün ışığı diyecektir... Işık, biraz daha beyaz ışık lazımdır ona... Beste için bir iki ses veya sessizlik yeterli olabilir... Sonunda çalışan beyindir... Ve onun yönlendirdiği eller... Haz duyan da odur, ıstırap çeken de çıldıran da...

Öyleyse beden ne kadar gereklidir onun için? Basit bir araç mıdır? İşte tam bu noktada sanatçının bedenine duyduğu sevgi gündeme gelir... Bedeni mi, üretimi sağlayan beyni, onun yarattığı duygular mı ağır basacaktır? Toplum, onun ürünlerini, yansıttığı duygularını, dolayısıyla da beynini sevmektedir... Bedensel görünümü hiç önemli değildir... Çoğu hayranı yüzünü bile görmemiştir... Zaten medyada yayınlanan fotoğrafları da çok yıllar önce çekilmiştir ya da Photoshop yapılmıştır! Dostoyevski'yi, Balzac'ı, Shakespeare'i fotoğraflarından mı sevdik? Yahya Kemal'in şişmanlığını bilmemizin ne önemi var ki? Ürünleriyle vardır sanatçılar, edebiyatçılar... Toplumu bilgilendirmek, estetik değerler sunmak onların görevleridir... Bunun bilincindedirler ve hakkıyla yerine getirmeye çalışırlar...

Gençlik yıllarında üretimle bedensel güzelliğin yan yana gitmesi yönünde bir uğraşları vardır elbette? Hatta kimi kez yaratılarını bile kullanırlar bunun için, bedenlerinin zaaflarını örtmek amacıyla... Ama yaratının fiziksel güzelliği kullandığı pek görülmemiştir... Yıllar geçer, beden eprir... Oysa beyinsel üretimler her seferinde daha da gençleşip tazeleşerek sürer ve sonunda bir işlev daha üstlenirler: Bedenin zaaflarını cilalamak...

Sonra... Sonra bunun da pek önemi kalmaz ve beden terk edilir... Her şey durmuş, oturmuştur artık... Beyinsel üretim, yani toplumun asıl talebi ağır basmıştır zamanın acımasızlığına, tek direnen odur, buruşmuş eller değil... Nitekim, Francisco Goya yaşlılık ve hastalıkla mücadele ettiği dönemde en karanlık ve etkileyici eserlerini yaratmıştır. Henri Matisse ise yaşlılığında tekerlekli sandalyeye mahkûm olmasına rağmen, kesme kâğıt teknikleriyle canlı ve renkli eserler üretmeye devam etmiştir. Bu durum, fiziksel sınırların yaratıcılığı engelleyemeyeceğinin bir kanıtıdır.

Yapılacak daha çok şeyler vardır... Yoğun bir çalışma ortamına girilir... Günlere geceler eklenir, uykular zaten azalmıştır... Geçen zamanın tıkırtılarını duymamak için kulaklara pamuklar tıkanır... Gözler, kalan ışıkları kaybetmemek için boşa bakmaya bile harcanmaz... Şarkılar söyleyen o güzelim ses, ziyan olmasın diye konuşulmaz bile... Üretim, bedene karşı hep üstün götürdüğü yılların son ganimetlerini elde etmektedir... Sinema dünyasında kameraların önünde karakter rollerine çıkmakta, arkasında yer almışsa en "baba" filmlerini çekmektedir... Beyin, bedenin "buruşup büzülmesiyle" bedensel hazlara duyarlılığını oldukça yitirmiştir... Libidonun ayakta durduğu iki köşeden birisi üretim, diğeri yaşamaktır... Ve de duygular, sanatçı duyarlılığı...

Van Gogh'un yaşadığı dönemde eserlerinin anlaşılamaması ve çektiği ruhsal sıkıntılar, onun iç dünyasındaki karmaşayı yansıtır. Frida Kahlo'nun yaşadığı fiziksel acılar ve ruhsal çöküntüler, otoportrelerinde ve eserlerinde sürekli olarak karşımıza çıkar. Bu durum sanatçının iç dünyasının eserlerine yansımasının en önemli örneklerinden biridir.

Şimdi tam bu noktada bir soluk alalım ve sokaktaki adamın gözlemlerinin bir adım ötesine geçelim... Sanatçının iç dünyasına gidelim... Üretimin bedene karşı kazandığı zafer, o denli kolay kabul görmemiştir beyin tarafından... Böyle çok kıvrımlı bir beynin, bedenine, onun bütünlüğüne, estetiğine duyduğu saygı ve beğeniden vazgeçebilmesi o kadar kolay mıdır? Tırnak uçları bile, kırılmasına dayanılamayacak noktalarıdır bedenin... Büyük bir mücadele sürecidir sanatçının üretimi ile bedensel güzellikler ve hazlar arasında yaşanan... Hilmi Yavuz'un dediği gibi, görme duyusu köreldikçe ya da görmeyi unutmaya başlayınca, kokular ve seslerle yaşayacaktır belki de sanatçı...

Bu mücadele, her zaman üretimin yengisiyle bitecektir ne kadar direnirse dirensin... Yaşam sürecektir, ya beden? Bedenin yenilmesine dayanamayan beyin, bu kez savaşın sona erdirilmesi emri verecektir hazin bir intiharla... Cahide Sonku gibi... 

Sanatçı ölür, ama eserleri asla ölmez. Çünkü sanat, insanlığın ortak belleğinde sonsuza dek yaşayacak olan bir mirastır. Ve işte tam da bu yüzden, sanatçının gerçek zaferi, bedenin yok oluşunda değil, eserlerinin kalıcılığındadır. Ne olursa olsun, yiten yalnızca beden, kalan daima ürünlerdir...

 

Henüz bu içeriğe yorum yapılmamış.
İlk yorum yapan olmak ister misiniz?
Yorum yapmak için tıklayınız
Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar