Elim kaleme gidebilince…
Bir değil iki kez 7,8 ve 7,4 büyüklüğünde iki ayrı depremle sarsıldı 10 şehrimiz. Merkezi Kahramanmaraş’ın Pazarcık kazası olan korkunç depremin haberini öğrendikten sonra masama çöküp kaldım. Depremin etkili olduğu mıntıkada yaşayan dostlarımı, tanıdıklarımı aramakla geçti bir süre. Neyse ki onlar iyilerdi… Ama aileleri, yakınları, dostları!.. Hemen hepsinin kayıpları vardı.
O günden bu satırları yazdığım âna kadar elim kaleme gitmedi, gidemedi. Deprem bölgesinde yaşananları anbean takip etmeye, acıları hissetmeye çalıştım. Bir gece yarısı yüksek tansiyonla acile gitmek zorunda kaldım.
Bölgede yaşayan 14 milyon insan bu üç depremden etkilendi, çok fazla can kaybı oldu, binlerce bina yıkıldı. Enkaz altından kurtarılan canları sevinç gözyaşlarıyla karşıladık, hayatını kaybedenlere içimiz yandı… 7’den 77’ye herkesin canla başla çalıştığına tanık olduk. Ve hepimiz biliyorduk ki bundan sonra hiçbirimiz için hayat eskisi gibi olmayacak! Bu sefer gerçekten olmayacaktı!
Bu süre içinde her sıkıntılı ânımda olduğu okumaya çalıştım, yine kitaplara sığındım. Aklıma önce Tevfik Fikret’in “Verin Zavallılara” şiiri düştü. Şair, 1898 Balıkesir zelzelesi (depremi) felâketi üzerine yazmıştı bu şiiri. Zelzeleyle harap olmuş̧ bir köyü tasvir ediyor ve vatandaşları “... sizin de kalbiniz elbet acır, değil mi? Verin,/Verin şu dullara, yoksul kalan şu eytâma,/Verin enînine gayet, şu bir yığın beşerin!” diye yardım çağırıyordu.
Zelzeleyi yaşayan bir köyü şöyle tasvir ediyordu: “Harâb-ı zelzele bir köy.../Şu yanda, bir çatının/Çürük direkleri dehşetle fırlamış; öteden/Çamur yığıntısı şeklinde bir zemîn katının/Yıkık temelleri manzûr; uzakta bir mesken/Zemîne doğru eğilmiş, heman sukût edecek;/Önünde bir kadın... Of, artık istemem görmek!/Bu levha kalbimi tahrîk içinse, kâfidir”
Sonra Nâzım Hikmet’in “Kara Haber” şiirini hatırladım: “Erzincan'da bir kuş var/Kanadında gümüş yok/Gitti yârim gelmedi/Gayrı bunda bir iş yok./Oy, dağlar, dağlar, dağlar.../Aldı ellerine kanlı başını/Karın ortasında Erzincan ağlar.../O ağlamasın da kimler ağlasın.’
7,9 büyüklüğündeki 1939 Erzincan depremi için yazmıştı. Şiir şöyle bitiyordu:
“Uyanıp kaçamadılar,/Kuş olup uçamadılar,/Açıldı kuyular, kimse inemez/Erzincan beygiri rahvandır amma/Ölüler ata binemez,/Yan yana, sırt üstü yatan ölüler...”
Elim kaleme gidebilince bu yazıyı yazmaya başladığım saatlerde, felaketi yaşayalı 17 gün oldu; bu arada Hatay’da iki deprem daha meydana geldi. Defne merkezli 6,4 büyüklüğündeki depremin ardından Samandağ'da 5.8'lik bir deprem oldu.
Deprem acısını yaşayan şehirleri Elazığ dışında birçok kez ziyaret etmiştim. Kahramanmaraş, Gaziantep, Şanlıurfa, Diyarbakır, Adana, Adıyaman, Osmaniye, Hatay, Kilis ve Malatya’yı adım adım dolaşmış; tarihi eserlere, kültür varlıklarına hayran olmuş, gastronomik değerlerini deneyimlemiş, türkülerini dinlemiş, insanlarını çok sevmiştim.
Şimdi de arkada İbrahim Tatlıses’in yorumladığı bir uzun hava, “Maraş, Maraş” çalıyor, o gün bugündür parçalanmış ruhuma derin derin işliyor:
“Bu nasıl Maraş, Maraş/Al kızıl kan içinde can veren kardaş/Kardaş kalk gidelim yoldaş kalk gidelim/Bizim iller kırçıllıdır geçilme/Yollar çamur kurusun da gidelim./Buradan gidelim ay ay ay/Ufak taşınan bina yapılmaz/Bir ben ölmeyinen Maraş yıkılmaz.”
Kütüphanemi karıştırıyorum, halk ozanı Âşık Sümmanî’nin “(…) Bu gama müşterek ölüler, sağlar/Görenler ah edüp yürekten ağlar/Sarsıldı dereler, söküldü bağlar/Her taraf boğuldu toza dumana” dizelerini de içeren şiiri çıkıyor karşıma. 1893 Erzurum Tortum depremi için yazmış. Büyüklüğü 6,9 olan bu depremde bin 155 kişi ölmüş…
1966’da yaşanan 6,9 büyüklüğündeki Varto (Muş) depremi, Cemal Süreya’a “Keşke Yalnız Bunun İçin Sevseydim Seni” adlı şiiri yazdırmış. İşte birkaç dizesi:
“(…) Varto depremini düşün, yardım olarak Batı’dan/Gönderilmiş bir kutu süttozunu ve sutyeni./Adam süttozuyla evinin duvarlarını badana etmişti,/Karısıysa saklamıştı ne olduğunu bilmediği sutyeni,/Kulaklık olarak kullanmayı düşünüyordu onu kışın;/Tanrım gerçekten çocukluk günlerinizde mi?/Eşiklere oturmuş bir dolu insan/Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.”
1943 Tosya-Ladik depremi 4 bin can kaybına yol açmıştı ve 7,2 büyüklüğündeydi. Şöyle anlatıyordu “Tosya Zelzelesi” isimli şiirinde Rıfat Ilgaz:
“(…) Saat biri otuz beş geçiyor…/Köpekler silkindi uykudan…/Değişti bir anda manzara,/Canlı, cansız devrildi ne varsa ayakta,/Yok oldu insan emeği…/Döküldü sokaklara insanlar/Ölüler kaldı yerinde/Vakitsiz giden hastalarına/Üzülecek hemşireler kalmadı.../Sağ kalan çocuklarımız bir daha/Karşısına çıkmayacaktır/Öğretmen Kâzım’ın./Çocuğunu emziren kadının/Soğudu memesinde sütü…”
Kütüphanemi karıştırırken 2013’te basılmış bir kitabı anımsadım: Kadir Yüksel’in “Fay Boşluğu/Türk Yazınından Deprem Öyküleri.” Alakarga Yayınları’ndan çıkmıştı. Mevcudu var mı bilmiyorum. Öykücülüğümüzden yüzlerce metin arasından ayıklanıp çıkarılmış bir deprem öyküleri derlemesiydi. İçinde 27 yazarın öyküleri yer alıyordu. Bakın kimler vardı:
Nezihe Meriç, Muzaffer İzgü, Tomris Uyar, Özen Yula, Hakan Bıçakcı, Halikarnas Balıkçısı, Onat Bahadır, Gülseren Engin, Aziz Nesin, Karin Karakaşlı, Fahri Erdinç, Bilgin Adalı, Ali Balkız, Ömer Seyfettin, Samim Kocagöz, Ahmet Hamdi Tanpınar, Barış Bıçakçı, Sulhi Dölek, Necati Tosuner, Mebuse Tekay, Fadime Uslu, Orhan Duru, Necati Mert, Erendiz Atasü, Hakan Şenocak, Ahmet Ümit, Bilge Karasu…
17 Ağustos 1999 depreminden sonra, depremle birçok metin kaleme alınmıştı. Yiğit Bener’in “Kırılma Noktası” isimli romanı da deprem bölgesine gönüllü olarak gelenlerin yaşadığını anlatıyordu.
Hepimizin canını yakan depremlerin şiirlere, öykülere, romanlara yansıyan satırlardaki görüntülerini de zihnimde yaşıyorum günlerdir. Buradakiler sadece birkaçı. O acılı görüntüler yalnızca yazarların sözcüklerinde, şairlerin dizelerinde değil, hepimizin gözleri önünde. Ama okuduklarımızla, fotoğraflarda gördüklerimizle yetinmeyelim, sismograflarımızı görünmeyenleri görmeye de yöneltelim… Temel sorunları anlayabilir, önlemler ve çözümlere ancak böyle ulaşabiliriz diye düşünüyorum.