Düştük bir tuzağa, çıkamıyoruz
Türkiye ekonomisi bir tuzağa düştü; debelenip duruyor. Orta gelir tuzağından bahsediyorum. Biz yıllardır bu tuzaktan çıkışın yolunu tartışırken, pazartesi günü açıklanan gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) rakamları gösterdi ki tuzağa iyice saplanıp kalmışız.
Orta gelir tuzağı bir ülkenin kişi başına gelirinin düşük seviyelerden orta düzeye yükseldikten sonra orada takılıp kalmasıdır. Türkiye 2001 krizinin hemen ardından başlattığı reformlar ve verimlilik artışları ile düşük-orta gelir grubundan hızla üst-orta gruba yükseldi, ancak orada kaldı. Kişi başına milli gelir 2013 yılında 12,480 doları gördükten sonra azalmaya başladı. Düşüş 2020 yılında da devam etti ve 8 bin 599 dolar ile 2006 yılındaki 7 bin 906 dolardan bu yana en düşük seviyesine indi. Millî gelir bir ülkenin ekonomik gücünü gösterir. Kişi başına millî gelir ise o ülkenin vatandaşlarının ortalama gelir düzeyi hakkında fikir verir. Bu tanıma göre vatandaşlarımız 7 yıldır yoksullaşıyor. Oysa bir zamanlar orta gelirli ülkeler grubundan yüksek gelirli ülkeler grubuna geçmenin hesabını yapıyorduk. Türkiye bundan yaklaşık 10 yıl önce 2023 hedeflerini açıkladığında kişi başı milli gelirin 25 bin dolar olmasını öngörüyordu. 2023’e 3 kala ise hedefe yaklaşmak bir yana üçte biri düzeyine indi.
Orta gelir tuzağından çıkışın yolu çok yazıldı, çok konuşuldu. Parti programlarına, kalkınma planlarına bile girdi. “Bizi üst gelir grubuna taşıyacak daha yüksek katma değerli üretim yapalım” dedik. Ucuz mal üreterek yüksek gelir grubuna girebilmiş ülke olmadığını görünce, “Domates, limon ihracatını konuşmayı bırakıp imalat sanayii ihracatında yüksek teknolojili ürünlerin payını yüzde 3’lerden çift hanelere çıkarmanın yollarını araştıralım” dedik. Bunun yolunun araştırma ve geliştirme harcamalarının milli gelire oranını artırmaktan geçtiğini gördük. “Bu kadar düşük tasarruf oranı ile büyümede istikrarı sağlayamayız” deyip tasarruf oranlarını artırmaya niyetlendik. Baktık ki, okul öncesi eğitimde geriyiz, okullaşma oranımız düşük, eğitim kalitemiz yetersiz, mesleki ve teknik eğitimde çok aşağılardayız, “O halde eğitim şart” dedik. Yıllık 25,000 dolarlık gelir düzeyine ortalama 6-7 yıl öğretim gören bir halk ile ulaşamayacağımızı fark ettik ve 11-12 yıl öğretim gören yüksek gelir grubundaki ülke vatandaşlarına özendik. Kadınları dışlayan bir ekonomik sistemin bizi orta gelir tuzağına mahkûm edeceğini anlayıp, kadınların işgücüne katılım oranını gelişmiş ülke seviyelerine çıkarmayı konuştuk. İç tasarruflarımızın mevcut haliyle yüksek ve sürdürülebilir hızda büyümeyi finanse etmeye yeterli olmayacağını hesaplayıp, yükseltmeyi planladık. El parasıyla büyümenin sürdürülebilir olmadığını yaşayarak öğrendik. Sorunun dolaylı vergi oranlarının yüksekliği olmayıp, doğrudan vergilerin toplandığı tabanın darlığı olduğunu anladık. İktidarından muhalefetine kadar hep bir ağızdan “yargıda reform yapmadan, gerçek hukuk devleti olamadan” özlediğimiz refaha kavuşamayacağımızı anlattık.
Dolayısıyla herkes her şeyi biliyordu. Sorunun da, çözümünün de farkındaydık. Kişi başına milli gelirin 12 binleri aştığı yıllarda doğru politikalar mı uyguladık, yüksek verimlilik artışları mı yakaladık? Hayır, sanmıyorum. Yukarıda sözü edilen adımlar o zaman da konuşuluyordu ama birçoğu atılmadı. Dışarıdan kaynak girerken TL değerliydi, işler yolundaydı. GSYH ve dolayısıyla kişi başına gelir aritmetik olarak yüksek çıkıyordu. Ne zaman ki kaynak akışı durdu, TL değer kaybetti, işte o zaman büyü bozuldu; ekonomi dolar cinsinden küçüldü; gelirler azaldı. Yani kurla gelen refah, yine kurla kayboldu.