“Doğal faşizm”
Katolik kilisesinin “klasik faşizmlerle” –İtalya ve Almanya- ilişkisi ikirciklidir. Mussolini ve Papa uyumlu ortaklar değildi. Nazilerin de Katoliklerle ilişkileri ideal olmaktan uzaktı. Keskin bir gözlemci olmasına rağmen durumu 1930’da bile tam anlayamamış görünen Niekisch’in iddiasının tersine Hitler bir Katolik Bavyera (Münih) olgusu değil kuzey, kuzeydoğu ve doğunun Protestan kırsalının ve kasabalarının çok yüksek oranda destek verdiği bir hareket oluşturmuştu. Hitler’in partisi yılların alışkanlıklarını yıkarak Katolikler ve işsizler hariç herkesten ve KPD (Komünist Parti) ile Katolik Partisi (Zentrum, eski Katolik partisinin Weimar’daki devamı) hariç her partiden oy çekebilmiş, üstelik önceden oy vermeyenleri ilk defa sandığa götürecek kadar büyük bir umut olabilmişti. Bu böyle olmakla beraber çok önemli bir tespit daha söz konusudur: Nazizm 1930 sonrası toplumsal açıdan yaygınlaşmıştı evet, geniş siyasal partiler yelpazesinde çoğu partiden seçmen devşirmeye başlamıştı evet, ama kültürel açıdan tam boy bir Protestan olgusuydu. Yaygınlığı sağlayan Protestan bölgelerdeki ezici üstünlüğü olmuştu. Bu hem seçmen hem de üye sayıları açısından böyledir.
Buna rağmen iktidardaki Nazizm’in Protestanlarla ilişkileri de çok sıcak değildi. Protestan bölgelerinden oransal olarak daha çok oy almışlardı ve 1930’larda bazı kiliselerde haç ve swastika yan yana duruyordu ama o kadar. İkisi de haçtır ama çok farklı semboller haline gelmişlerdi. Kilise bu rejimlere anti-komünist veya düzenin bekçisi oldukları için ön onay vermiştir ama içine tam olarak sindirmesi mümkün olmamıştır. Bu ikirciklilik hali Latin Amerika’da 20. Yüzyılın çeşitli dönemlerinde kurulan ABD yanlısı faşizan askeri diktatörlüklere karşı takınılan tavırda da gözlemlenmiştir. Bir kısım ruhban direnişe katılırken bir kısmı da diktatörlüğün işbirlikçisi haline gelmişti.
Klasik faşizmlerin ideolojik olarak kilisenin alanına el atacak kadar totaliter olmaları nedeniyle insanların ruhları için rekabet yaşanması doğaldı. Ayrıca bu ideolojilerde Katolikliğin hoşuna gitmeyen pek çok şey olduğu için –mesela belirgin Pagan semboller- durum biraz ‘zorunlu olarak birlikte yaşamaya’ benzetilebilir. İtalya’da bu özellikle önemliydi çünkü toplum derinden Katolik idi ve papalık kurumu kısa bir süre dışında –Avignon papalığı- hep oradaydı. Önemliydi çünkü “totaliter” rejimlerin tam olarak kurulamadan yıkılmış olmaları bu tip rejimlerin ideal olarak görülmediği, teorisinin yapılmadığı, tasarlanmamış oldukları anlamına gelmez. Mussolini 1932 yılında şöyle yazmıştı: “Faşist devlet kişiliğin en yüksek ve güçlü biçimidir. Liberal devlet gibi sadece kontrol etmek/gözetmenlik yapmakla yetinmez; iradeye de zekâya da nüfuz eder, insanın tüm iç dünyasını faşizmin disiplini ve normu düzenler. Eylem adamının da düşünürün de sanatçının da bilim adamının da temel ilham kaynağını faşist ideoloji oluşturacaktır”. Bu mümkün olamadıysa elbette ki çeşitli kiliselerin faşizmlerle rekabetinin ve tam da rejimin derinleşerek zihinleri ele geçirmeye kalkıştığı noktada uyum sağlamayı reddetmelerinin payı vardır.
Özde de uyuşmazlıklar vardı. Papa Pius XI meşhur 1929 Laterano Concordato’suyla Mussolini’yle anlaşmış olmakla, Habeşistan seferini kutsamakla, Katoliklerin Mussolini’nin partisine üye olmasına ses çıkarmamakla birlikte 1938 gibi geç bir tarihte çıkarılan antisemit ve antinegrid yasaları desteklememiştir. Kilise-faşizm ilişkisinin basit bir “uzlaşma” veya anti-komünizmde birleşmeden ibaret olmadığını, hayatları esasen kültür-ritüel-sembol hattında geçen insanların daha rafine kavramlarla düşündüklerini görmekte yarar var. Keza Pius XI Hitler’le de –Hjalmar Schacht aracılığıyla- anlaşmış ancak Kristallnacht sonrası gayet sert davranmış ve antisemitizmin geldiği noktayı onaylamamıştır. Almanya’daki Katolik ruhbana mektup göndererek rezalete ortak olmamalarını istemiştir. “Gerçek düşüncesi bu değildi” diyenler çıkabilir ancak önemli olan Kilise-Nazizm ilişkisinin ne birlikte ortak düşmana karşı mücadele etme ne de bir kayıtsız şartsız destekleme ilişkisi olmadığı saptamasıdır. Değil iç içe geçmek destek bile garanti değildi; hatta kiliseden itiraz gelebiliyordu. Hitler II. Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Rus cephesi yarılınca “Hristiyanlığın/Batı medeniyetinin” koruyucusu olduklarını iddia etmiş, “Asyalı Barbar Bolşevik ateizmine” karşı durdukları propagandasını öne sürmeye kalkmıştır ama hem çok geçtir hem de herhalde Nazi birlikleri bile buna inanmıyordu.
Klasik faşizm olmadıkları, tersine eski usul muhafazakârlığa daha yakın tipik düzen rejimleri oldukları için kilisenin kolayca onayladığı Franco ve Salazar rejimlerinde bile iç içelik söz konusu diyemeyiz. Salazar 3F formülünde (Futbol, Fado, Fátima (din)) “ben Fátima’yım” veya “rejimimiz dine başköşeyi ayırır” dememiştir. “Halkı 3F sayesinde kolayca zapt-u rapt altına alıyorum” demek Fátima’nın da futbol ve fado gibi dışsal, enstrümantal bir rasyonalitenin nesnesi olduğuna işaret eder; iç içeliğe değil. Mühimdir çünkü bugün bile çoğu toplumun temel ideolojik kolonları olan –üç kolondan ikisi denebilir; diğeri bir tür sosyal adalet arayışıdır- din ve milliyetçiliğin organik bütünlük denebilecek kadar iç içe geçmesi son derece tehlikelidir. Salazar zaten öyle tek bir isim –mesela “faşist diktatör”- takılarak geçiştirilecek birisi değildi. Karmaşık bir siyasi kişilikti ve Franco’nun Nazilerin yanında savaşa girmesine engel olduğu yazılmıştır.
1990’lardan itibaren hız kazanan “jenerik faşizm” literatüründen pek etkilenmediğim kolayca anlaşılabilir. Klasik ve belki neoklasik faşizmlerden, proto ve para faşizmlerden, faşizan diktatörlüklerden, bir yelpazeden bahsetmek daha açıklayıcı görünüyor. Burada bahsettiğim tipe “doğal faşizm” adını verebiliriz. Klasik faşizmlerde ilişkinin içselleşmesi ve organikleşmesi yaşanmamıştı. Neo-Nazilerin öne sürdüğü, örneğin Danimarkalı Riis-Knudsen, faşizmin doğal olduğu, tam tersine insan doğasına uygun olmayanın özgürlük ve demokrasi fikirleri olduğu iddiasından bahsetmiyorum. Saldırganlığı ve kandırmacalarıyla gündelik faşizmi ve banal nasyonalizmi çok aşan örgütlü bir rejimden, otoriterliği totaliterliğe kayarak doğallaştıran bir ideoloji (din-milliyetçilik organik bileşimi) devletinden ve ona uygun kitlelerin üretiminden bahsediyorum. Dinle harmanlanan milliyetçilik dinle sadece dirsek teması kuran ve gerilimli bir ilişki sürdüren soy milliyetçilikten çok daha tehlikelidir. Keza reform görmemiş dinin milliyetçilikle melezlenmesi klasik faşizmleri mumla aratan sonuçlara yol açabilir. Bu yüzden “doğal faşizm” klasik faşizmlere gerek bırakmayacak kadar katı ve işlevsel bir faşizm türü olabilir.