Dış politikada gerileme devri
Ekonomi malum; TL’nin döviz karşısındaki erimesi sürüyor. Halkın yaşadığı enflasyon –TÜİK neyi nasıl hesaplarsa hesaplasın- dur durak bilmiyor. “Ekonomik olağanüstü hal” siyasetçiler tarafından bile telaffuz edilmeye başlandı. Ancak sorun sadece ekonomide değil; Türkiye’yi 19 yıldır yöneten AK Parti iktidarlarının izlediği dış politikada da tam bir “gerileme devri” yaşanıyor.
SUUDİ ARABİSTAN’LA GÖRÜŞME İÇİN “KAŞIKÇI SÖZÜ” VERİLDİ Mİ?
AK Parti hükümetlerinin ilk yıllarında Araplarla iyi giden ilişkiler, önce Mısır’da Müslüman Kardeşler üzerinden, ardından Suriye’de “Esad’ı devirmek” hedefe konulması, son olarak da Libya’da iç savaşın taraflarından birine askeri destek verilmesiyle bozuldu. Türkiye’nin Katar dışında tüm Arap ülkeleri ile ilişkilerine gerginlik girdi.
Şimdilerde ekonomik krize çare olarak Arap sermayesinin görülmesinden olsa gerek, bir dönem haklarında “darbeci”, “katil” sıfatları çokça kullanılan Arap ülkeleri ile barışma çabasına girilmiş durumda. “15 Temmuz’un finansörü” denilen BAE Veliaht Prensi’nin önüne turkuaz halılar serilerek Ankara’da bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ağırlanmasının ardından, sıra Suudi Arabistan’a geldi.
Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed’le görüşme sağlamanın yolu ise, Kaşıkçı cinayeti söylemlerinde geri adım atmaktan geçiyor. Nitekim Katar’ın geçen hafta Türkiye ile Suudi Arabistan arasında “arabuluculuğa” soyunduğu, Erdoğan ile Suudi Veliahtını bir araya getirmeye çalıştığı bilgisi uluslararası basına sızdı. Ancak Suudiler’in koyduğu bir şartla; Erdoğan bir daha Kaşıkçı cinayetine değinmeyecek, Türk medyasının da bu cinayetin üzerine gitmesini engelleyecek. Bir dönem “katil” sıfatıyla anılanlarla el sıkışmanın bedeli bu.
DOĞU AKDENİZ’DE SUSKUNLUK;
KATAR’IN SÖZLÜ GÜVENCESİ YETERLİ Mİ?
YENİ BİR “KANDIRILMA” VAKASI OLABİLİR Mİ?
Dış politikada bir başka kritik gerileme ise Doğu Akdeniz’de yaşanıyor. Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tek taraflı olarak ilan ettiği petrol/doğalgaz arama bölgelerinden, Türkiye’nin kıta sahanlığı ile kesişen 5. Bölgede Katar devlet petrol şirketi ile Amerikan Exxon Mobil şirketine ruhsat vermesi, gözlerin Ankara’ya çevrilmesine neden olmuştu. Ankara’nın yanıtı, TBMM’deki bütçe görüşmeleri sırasında Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’ndan geldi. Çavuşoğlu, Katar ve ABD’den petrol/doğalgaz arayacakları bölgenin Türkiye’nin kıta sahanlığına dahil olmadığı konusunda “garanti aldıklarını” açıkladı.
Açıklama ilk okunduğunda “Türkiye’nin hakları korunmuş” izlenimi veriyor. Peki gerçekten öyle mi?
Bir kere Kıbrıs Rum Kesimi Katar/Exxon Mobil’e ruhsatı Türkiye’nin kıta sahanlığını da kapsayacak genişlikte veriyor. AK Parti hükümeti, Çavuşoğlu’nun ağzından yaptığı açıklama ile bunu kabullenmiş oluyor. “Güvence” denilen ise, Katar ve ABD’nin verdiği sözlü güvence. Uluslararası ilişkilerde, hele ki böylesine milli dava özelliği taşıyan konularda “sözlü güvenceleri” ile yetinmek mümkün olabilir mi? Bu dış politikada, milli haklarda gerileme değil de nedir?- Yaşı yetenler, 1980 darbe döneminde Rogers planını hatırlar. Dönemin NATO Başkomutanı General Rogers’ın adıyla anılan plan, Atina’nın Türkiye ile Ege’deki sorunlarını çözme konusundaki “sözlü” vaatlerine karşılık, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesine ilişkin Türk vetosunun kaldırılmasını içeriyordu. General Rogers’ın Evren’in önüne “Yunanistan’ın vaatlerini yerine getireceğine ben asker sözü veriyorum” diyerek koyduğu plan doğrultusunda Evren vetoyu kaldırmış, Yunanistan NATO’nun askeri kanadına dönmüş, ancak Ege’de verdiği vaatlerin hiçbirini tutmamıştı. Rogers’ın verdiği kişisel “söz” de kağıt üzerinde kalmıştı. O dönemde Evren “kandırılmıştı”. Ya Türkiye bu konuda da, AK Parti hükümetlerinin bizzat Erdoğan tarafından açıklanan pek çok “kandırılma” vakalarından birini daha yaşarsa?
İSRAİL’LE BARIŞMA…
“Gerileme devri” Filistin davasıyla da sürüyor. Kudüs’ü resmen Başkent ilan eden İsrail’e karşı AK Parti hükümetinden gelen sert açıklamalar da, İsrail’le Kudüs’ün Başkent ilan etmesine rağmen ilişkilerini normalleştiren Arap ülkelerine yönelik tepkiler de hala hafızalarda. Ne İsrail Kudüs’ün Başkent olmasından vazgeçti, ne de Filistinliler’e yönelik asimilasyon politikalarına son verildi. Ancak bugünlerde bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsrail’i ziyaret etmeyi planladığı konuşulmaya başlandı
ZARRAB’IN BİLE ÜZERİNE GİDİLMİYOR
Daha da vahimi, Türkiye’yi dolandıran, kamu bankası Halkbank’ın ABD’de yargılanmasına neden olan Reza Zarrab konusunda bile Türkiye’nin eli kolu bağlı oturması. ABD yargısıyla anlaşıp “itirafçı” olan Zarrab’ın Miami’de Aaron Goldsmith adıyla yaşadığı lüks hayat Amerikan basınında bile yer buluyor. Amerikalı gazeteciler Zarrab’ın bu lüks hayatının Türkiye’den para gönderen Türk vatandaşları sayesinde olduğunu kanıtlarıyla yazıyorlar. Ancak Zarrab’ın bu Türkiye bağlantılarının üzerine –nedense- hiç gidilmiyor.
Oysa bu iddialar araştırılsa, Miami’deki lüks hayatının Türkiye’deki kaynakları bulunsa, bunların kara para aklama ve dolandırıcılıkla ilişkileri ortaya çıkarılsa, Zarrab’ın Amerikan savcılığıyla yapmış olduğu itirafçı anlaşması geçersiz hale getirilebilir. Zarrab’ın tanıklığı olmadan da Halkbank davasının bir anlamı kalmaz. Bir Türk kamu bankasının Amerikan “adaleti” tarafından cezalandırılmasının/mahkum edilmesinin önü kesilebilir. Bu bile yapılmıyor.
“Gerileme devri” değil de nedir?