Dijital dönüşümün endeksi ve Mustafa Kemal’in haritası

Kerem ÖZDEMİR
Kerem ÖZDEMİR KEREM İLE İŞİN ASLI

TÜBİSAD’ın MEXT’te açıkladığı dijital dönüşüm endeksinden bu alanda dünya genelindeki ülkelere göre nerede olduğumuzu görebiliyoruz. Ancak bu binaya giderken ve çıktıktan sonra navigasyon kullanıp çevreme bakarak yaptığım yolculuk bana daha değerli bir iç görü kazandırdı ve Gazi Mustafa Kemal’in bakış açısıyla bu konuyu ele almaya karar verdim. 

İstanbul Teknik Üniversitesi’ndeki (İTÜ) uzatmalı öğrenimimin sonuna geldiğimde bitirme tezi arayışına girdim. O zamanın müthiş inovasyonu olan ISDN (Integrated Services Digital Network-Tümleşik Hizmetler Dijital Şebekesi) ilgi çekiciydi. O alanı kapsayan birimin başındaki hocaya ulaşıp bu niyetimi ifade ettim. Kendisi de bana ödevi verip bir de hangi konuları kapsamam gerektiği konusunda kısa bir ders verdi. Odadan çıkarken felç olmuştum. Ayrıntılı anlatayım.

Daha önce o dönem için aynı derecede önemli olan X25 protokolü üzerine bir kitap görmüştüm ve yeni nesil şebekeler üzerine her şeyi bildiğimi sanıyordum. Bu protokolün sonundaki 25, şebekede 25K hıza erişilebileceğine işaret ediyordu. Kilo anlamına gelen bu K harfinin ifade ettiği değeri bin ile çarptığınızda megaya ve bunu da binle çarptığınızda gigaya ulaşıyordunuz. Yani bugün evlere bile girmiş olan gigabit internetin milyonda birine karşılık düşen birimlerden 25 tanesini bir araya getirmekle dünyayı değiştirebileceğimizi düşünmüştük. Bugünkü gigabit internetin 40 binde biri düzeyinde bir hızdan bahsediyorum. Bunu endekslemeye kalksak herhalde pek kolay olmazdı.

Sinema tutkunuysanız, buna benzer bir endeksleme problemi ya da örneğini ABD’nin uzay programı ile ilgili bir filmde görmüşsünüzdür. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) arasındaki uzaya çıkma yarışı sürerken John F. Kennedy’nin ABD başkanlığı sırasında bu ülke aya gitme hedefini koyuyor. Bunun anlatıldığı toplantıda, uzaya çıkma örnekleri tahta üzerinde gösterilirken aya gitmek için kat edilmesi gereken mesafe işaretlenirken markör ile çizilen çizgi tahtadan taşarak duvarın bir yerinde son buluyor. Paradigmanın değiştiği yer endekslerin geçersizleştiği yerdir.

Buradan benim X25 ve ISDN’e dönersem, bunların bize vaat ettiği dünyanın telefon ile faks makinesinin aynı hat üzerinde kullanılabilmesi gibi mucizevî bir dünya olduğunu belirterek devam edebilirim. Bu cihaz sayısı artırılırken hat çekme maliyetinden kurtulması gibi bir müthiş bir ekonomik avantaj anlamına geliyordu. Aynı hattın üzerine birden fazla cihazı bağlayabilmenin mucizesini anlamanızı, telefon diye bahsettiğim cihaz için bugün sabit hatlı telefon ifadesini kullanmamız gereken bir dünyada yaşarken anlamanızı beklemiyorum ancak şebeke maliyetini cihaz sayısı kadar düşürebileceğiniz bir dünyanın ekonomik değerini anlamanızı umuyorum. Bugünün dünyasında sonunda (PBX) yazan tek bir telefon numarasının ardından uzantıyı tuşlayarak istediğiniz kişiye ulaşabildiğiniz model, büyük şirketlerde bile kullanılabiliyor.

Bu yolculuğu ve değişimi endekslerle ifade etmek mümkün değilken hikâyesini yazabiliyorum. Tabii basitleştirmem gerekiyor. Aradaki dönemde zaman bölmeli çoğullama (TDM) ve kod bölmeli çoğullama (CDM) gibi modellerin ortaya çıkmasından bahsetmeye kalksam bu yazı bitmez. Ancak bütün bu işlerin, dijitalleşme ile bağlantılı olduğunu belirtmeliyim. Biz sinüzoidal işaretler olan sesimizi taşımayla başladığımız yolculukta bunu dijitalleştirdikten sonra bu mesafeyi kat ettik. Burada dijital dönüşüm yerine dijitalleşme ifadesini kullandığıma dikkat edin.

Saat 09:05’te Gazi Mustafa Kemal’i anmaya başlıyorum 

Şu anda saat 09:05 ve sirenler çalmaya başladığı için yazmayı durdurdum. (Yazılarımı gazeteye bir gün öncesinden gönderiyorum ve siz bunu bir gün sonra okuyorsunuz.) İstesen olmaz derler ya Gazi Mustafa Kemal sanki kendi harita yaklaşımını hatırlatmak istiyor. Ben de büyük komutana uyayım. Disney’in Ermeni lobisinin etkisiyle yayınlamadığı açıklanan ve herkes öfkesini kustuktan sonra Amazon Prime’da yer aldığında üzerinde yeterince konuşulmayan Atatürk 1881-1919 filminde bir haberci Mustafa Kemal’e cepheden istihbarat getirir ve anlatmaya başlar. Mustafa Kemal, “Harita üzerinde anlat” der. Emrah filmlerinde birinin gelip “Emrah koş…” diye bağırmasıyla başlayan koşuşturma ve hengâme ile istihbarat geldiğinde bunu harita üzerinde görselleştiren Mustafa Kemal’in daha önce hazırladığı stratejinin yardımıyla attığı taktik adımlarla savaş kazanması arasındaki fark, ikincisinin değerini anlamamız için yeterlidir, sanıyorum.

Veri görselleştirme, Gazi Mustafa Kemal’in Çanakkale kara savaşını kazandığı 1915’te bu şekilde uygulanıyordu. Aradan 100 yıldan uzun bir süre geçmişken biz hala deprem ya da pandemi gibi bir felaket karşısında ölü sayılarını endeksleyerek yerimizi belirlemeye çalışıyoruz. Kazançta en büyük ve zararda en küçük paya sahip olduğumuzu çubuklarla anlatmaya çalışıyoruz. Sunum yapmanın milli sporumuz haline gelmesi de bunu destekliyor ancak bizim yeni kartezyen sistemleri bularak yeni yolculuklar tasarlamamız gerekiyor.

HPE Türkiye, Balkanlar, Kafkaslar & Orta Asya Bölgesi Genel Müdürü Güngör Kaymak, Nvidia’nın işlemci gücünü HPE’nin altyapısı ile birleştirip şirketler ve kurumlar başta olmak üzere dünyayı değiştirmeye yönelik işbirliklerini anlatırken verinin ömrü olduğuna işaret etti. Bu süre, bir AVM’ye giren bir müşteriyi yakalamak için iki saat civarındayken şirketlerin iki gün içinde veriden bir iş sonucu ve aksiyonu çıkarması normal görünüyor. Endeks seven arkadaşlar için, siber saldırıya uğrayan bir şirketin bunu fark etmesinin ortalama altı ay sürdüğünü not düşeyim. Gazi Mustafa Kemal, telgrafın başında komutanlık yaparken anlık veri kullanıyordu. Bugün de en akıllı şirket ve kurumların stratejisinin merkezinde gerçek zamanlı veri ile çalışmak yer alıyor.

Ancak bunu Gazi Mustafa Kemal gibi harita üzerine taşırken Albert Einstein’ın ortaya koyduğu ve İTÜ’den hocam Mithat İdemen’in zaman boyutuna ek yaptığı görecelik kuramından faydalanmamız gerekiyor. Mithat Hocam, bir geminin yelken direğine asılmış bir elektromagnetik güce gemiden bakıldığında bir büyüklük görüldüğünü ancak sahilden o gemiye bakıldığında bu yükün bir hareketinin görüldüğünü anlatıyor. Hocayla aşık atacak halim yok ancak iş yönetimi açısından “Hepimiz aynı gemideyiz” diye başlayan ifadelerin bizi hareketi görmekten alıkoyacağını ya da bunu sağlamayı hedefleyen cümleler olduklarını söyleyebilirim.

Gerçek zamanlı veriyi harita üzerinden görselleştirerek düşmanın ya da iş hayatındaki rakiplerin ne yapacağını anlamak ve bunu yine harita yardımı ile kendi hareketleri için kullanmak, Gazi Mustafa Kemal’in başarısının önemli bir dayanağı iken aradan geçen sürede bu yetenekleri nasıl kaybettiğimiz ise bizim araştırmamız gereken bir konu. MEXT’ten çıkınca bu konuda bana yol gösterecek önemli bir deneyim yaşadım. Bunu anlatmadan önce, TÜBİSAD’ın dijital dönüşüm endeksi çalışmasının yararı konusunda şüphem olmadığını not düşeyim. Özellikle Hindistan ve Çin gibi yükselen ülkeler kadar Avrupa’nın yaşlı ülkelerine göre ne durumda olduğumuzu anlama noktasında büyük yararı var. Ancak benim yaklaşımım, gençliğimdeki “Bunda kötüyüz ama bunda çok iyiyiz” gibi kurtarma sözlüsü yönteminden ya da Kenan Evren’in “siz mezun edin gittikleri yerde öğrenirler” tavrından farklı olduğu için ben grafikteki değil, Gazi Mustafa Kemal gibi harita üzerindeki yerimizi belirlemeye odaklıyım. Sahadan son aldığım istihbaratlardan biri, çan eğrisi uygulayan bir okulda geçer notun 40’a düştüğü şeklinde. Varın siz düşünün.

MEXT’in kapısından çıkınca…

Bir süredir şehrin yaşayanı olmak adına taksi yerine toplu taşıma veya tabanvay ile bir yerden bir yere gidiyorum. MEXT’in çıkışında yukarıda kalan Ülker Sports Arena tarafındaki durağa gitmek yerine aşağı yürümeyi tercih ettim. Döner kavşağın oradaki inşaat tamamlanıp paravanlar kaldırıldığı ve durak da biraz ileri taşındığı için durağı fark etmeyip sağdan saptım. Aralardan Murat Sokak durağına kadar yürürken kentsel dönüşüm proje alanı tabelası asılıp alüminyum paravanla çevrilen ve bunların arasında kalan bir veya iki katlı evleri gördüm. 

Buradan kafanızı kaldırıp yukarı doğru bakınca TÜBİSAD endeksindeki çubuk grafiklere benzer biçimdeki yüksek yapılaşmayı; aşağıya bakınca ise o küçük bahçeli evlerin kapısındaki “dikkat köpek var” yazısı şeklindeki güvenlik uygulamasını görüyordunuz. Yazının üzerinde bulunduğu kapının arkasında ise hayatından bezmiş bir köpek etrafı koklayıp ne yaşanmakta olduğunu anlamaya çalışıyordu; yaşlı ve bezgindi. Muhtemelen kentsel dönüşüm sürecine girdiği için boşaltılan evlerdeki çocukların seslerini artık duyamadığı için bir şey sezmiş ancak bir şey yapma gücünden yoksun halde olduğu için böyleydi.

O köpeğe bakınca bizim mahalleye sığınan köpekleri anımsadım. Bize hep pet shop’tan alınan köpeklerin sokağa atıldığı masalı anlatılmıştı. Ancak aslında yaşam alanları ortadan kaldırıldığı için bir süre bekleyip sonra kendisine başka kapı arayan bu köpekler, Fikirtepe’deki bahçeli evlerin arasında ya da bahçesinde yaşayan köpeklerdi. Bu nedenle alışık oldukları gibi kaldırımın üzerine ya da bir kapının önüne uzanıyor ve zaman içinde çok daha kalabalık olan bu yerlerde deforme edilmiş bir hayat yaşamak zorunda kalıyorlardı. Zamanla bu yeni hayatlarına alışıyorlardı. Tıpkı Atatürk filminde Mustafa Kemal’in köpeği Alp’in sahibi gibi karavana yemeye alışması gibi. Gazi Mustafa Kemal’in lider yanında toplum yaratmasını da sağlayan ve “Ben askerim karavana yerim. Alp de asker o da karavana yer” ifadesiyle anlatabileceğim modelin dijital dünyada da geçerli bir ve tek model olduğunu söylemek isterim.

Bu kadar teorinin üzerine sos olarak bir de pratik örnek eklemek isterim. Çolakoğlu Metalürji İşletmeler Direktörü Özgür Özsoy, bu konuyu sadece teknoloji boyutuna saplanmadan ele almak için ideal bir tercih olacak. 

Yüzde 100 dönüştürülebilir olan çelik ile verinin dansı

Çolakoğlu Metalürji, hurdadan yassı çelik veya inşaat demiri üretiyor. Yurtiçinden veya yurtdışında tedarik ettiğimiz hurdayı elektrik ark ocağı tabir ettiğimiz sistemde ergitiyor ve ara mamul ekledikten sonra imalat sektöründe boru yapımında kullanılan hammadde olan sıcak haddelenmiş yassı mamul veya direkt olarak inşaat çeliği üretiyor. Özsoy, “Kendimizi çeliğin yüzde 100 ve kayıpsız olarak geri dönüştürülebilir bir malzeme olması nedeniyle bir geri dönüşüm tesisi olarak tanımlıyoruz” diyor.

Sanayi ile günümüzün giderek daha fazla dikkat çeken terimi olan yeşil ekonomi ve yeşil kalkınma ile birleştiğinde bu ifadenin sürdürülebilirlik tarafındaki yansımasını da ele almak gerekiyor. Son yedi sekiz yılın ana konusu sürdürülebilirlik, çevre ve karbon emisyonları olunca, spotların dünya karbon salımının yüzde 8’ini gerçekleştiren çelik sektörünün üzerine çevrilmesi kaçınılmaz oluyor. 2,5 ton karbon/ton çelik şeklindeki salımı ile yüksek fırınlar, buradaki asıl ilgi odağı oluyor. Bu fırınlar, inovatif bir yöntem olarak gösterilen cevherden üretimde asıl rolü oynarken Özsoy, hurdadan üretim en düşük karbon salımına neden olduğunu söylüyor.

Özsoy, “Dolayısıyla karbon emisyonu açısından en cazip olan hurdadan üretim yapmak. Sorun, üretilen bir şey olmayan hurdanın dünyadaki arzının sınırlı olması. Bugün dünyada kullanılan hurda, 30 yıl önce kullanılan çeliğin hurda piyasasına sürülmesiyle elde ediliyor. Demir cevherinden üretim yapılırken ise, cevherin belirli bir kalitede (tenör) olması gerekiyor. Dünyada bu tenöre sahip cevherler de azalıyor. Maliyet olarak baktığımız zaman, önceden demir cevherinden yapmanın daha uygun olduğunu görürken karbon vergilerinin üzerine eklendiği matematikte bunun maliyeti yükseldiğine tanıklık ediyoruz” şeklinde konuşuyor.

En altta ark ocağının ve en üstte de yüksek fırınların yer aldığı karbon salımı, daha düşük kaliteli demir cevherinden düşük karbon emisyonu ile çelik üretme yönündeki yatırımlar sadece Cezayir gibi Afrika ülkelerinde değil Avrupa’da da görülüyor. Buradaki karbon salımının ton çelik başına 2,5 tondan 1,5-1,6 tona çekilmesi, karbon ve hidrojen barındıran doğalgaz ile beslenen bu sistemlerde sadece sıfır emisyonlu hidrojene geçilmesine kadar bir avantajlı durum yaratıyor. DRI adı verilen bu üretim sisteminde “Hydrogen-ready” olarak adlandırılan bu sistemlerin en büyük sorunu ortada yeterli hidrojenin bulunmaması ve hidrojeni üretmenin inanılmaz elektrik-yoğun bir iş olması. Günümüzde bir işletmenin ürettiği hidrojeni kullanarak çelik üretmesi, maliyetinin 1,5 katına çıkması anlamını taşıyor. Bu nedenle öncelikle hidrojen üretiminin uygun (feasible) bir noktaya çekilmesi ve hidrojeni taşıyacak boru hatlarının inşa edilmesi gerekiyor. Şu anda eski doğalgaz boru hatlarının kullanılması seçeneğine yönelik araştırma sonuçsuz kalmış durumda. Bunun nedeni, çok küçük olan hidrojen atomu için bu boru hatlarının yeterli sızdırmazlığı sağlayamaması. Kaçan hidrojenin sera gazı etkisi ise, karbonunkinin 11 katı.

İTÜ’lü bir elektronik mühendisi olarak, İTÜ’lü metalürji mühendisi Özsoy’un çizdiği bu haritayı size aktarmak istedim. İTÜ’lü mühendis parantezine alırsak size aktarmak istediğimiz sonuç, dünyadaki hurda çelik arzının sınırlı olmasının hidrojen kullanmaya hazır olarak gelen düşük cevherden düşük karbonla üretim modeline dayanan DRI’ın zorunlu ancak bu sistemin hidrojen kullanarak çalıştığı gün gelene kadar bekleyerek piyasadan silinme yerine hurdadan üretim yapmanın daha sürdürülebilir olduğu. 

Aileden çelikçi olan Özsoy’un askerlikten sonra Erdemir’de başlayan çelik yolculuğunun 17 yıllık son dönemi Çolakoğlu Metalürji’de geçiyor. Çalıştığı yerler itibariyle her iki üretim biçimini çok yakından bilen Özsoy, konuyu daha basitleştirip şöyle de anlatıyor: Demir cevherini işlemek için birlikte bulunduğu oksijenden, bu elementi seven bir element kullanarak ayırmak gerekiyor; bunu karbon ile yaptığınızda karbondioksit, hidrojen ile yaptığınızda su buharı ortaya çıkıyor.

Bu kadar bilimin içinde iş nereye bağlanıyor? Özsoy, Çolakoğlu Metalürji’nin ayrışma noktalarını anlatırken bu soruyu da yanıtlıyor. Otomotivde kaliteli jantlarda ve şaside kullanılan çift fazlı çeliği Türkiye’de üreten ilk şirket olan Çolakoğlu Metalürji, bunu yurtdışına da gönderiyor ancak otomotivin dış çeliğini vermeye şimdilik odaklanmıyor. Yine de şirket bunu yapmak için teknoloji ve altyapı olarak hazır. Tarım makinelerinin parçaları, tüp, boru ve kendilerinden alındıktan sonra soğuk haddelenerek beyaz eşyalarda kullanılan malzeme, şirketin üretim portföyünde yer alıyor. 

İş tarafında operasyonel teknoloji dışında avantajı sağlayan iki unsur, sertifikasyon ve veriye dayalı sistemlerin kullanılması olarak karşımıza çıkıyor. Çolakoğlu Metalürji, iki seneyi aşan bir süre önce SAP’nin S/4 Hana dönüşümünü yapıyor ve bununla SAP Türkiye’den en iyi dijital dönüşüm ödülünü alıyor.

Özsoy, “Biz daha önce de SAP kullanıyorduk ancak bunu upgrade etmedik. Biz SAP Hana dönüşümünü yaparken şirketimizi de değiştireceğiz, dedik. Bütün süreçlerimizi baştan ele aldık; bütün süreç ekipleri tekrar kuruldu. Aylarca bu ekipler bütün süreçleri tek tek elden geçirdik; nerelerde iyileştirme yapabiliriz, nerelerde kaybımız var, bunu nasıl daha atik şekilde yapabiliriz tarzında bir süreç değerlendirmesi ile çok ciddi bir doküman ortaya çıkardık. Bu doküman implemente edildi. Bizim SAP’nin eski versiyonundan Hana’ya geçişimiz 24 saat sürmedi. Önceden o kadar test yapmıştık ve hazırlıklıydık ki anahtarı çevirdiğimizde çalışıyordu. Biz bunu ERP sistemimizi geliştirme olarak düşünmedik; iş yapış yöntemimizi geliştirmenin bir fırsatı olarak gördük. Bunun da meyvelerini şimdi yiyoruz” diyor.

Son olarak “Endeks için küçük ancak harita için büyük bir adım” diyerek yazıyı kapatıyorum. Bunu keşfetmek için aya gitmek gerekmese, Gazi Mustafa Kemal gibi ata atlayıp sahayı harita üzerinde işaretleme ihtiyacını hissetmek gerekiyor.

   

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Ben yapay zekâ olsam… 18 Kasım 2024
Sanat gülmek içindir 28 Ekim 2024