Demokrasilerin zor zamanları
Ukrayna savaşıyla birlikte küresel ekonominin yaşadığı, özellikle enerji temelli sıkıntılar malum;
Çok konuşulmayan ise, bu savaş ile iyiden iyiye görünür olan küresel dönüşümün, kendisini demokrasi olarak tanımlayan ülkelerin yönetim sistemlerine yansımaları.
Mesela ABD’de yaşananlar;
Bir önceki Başkan Trump’ın ülke içinde demokratik değerleri hiçe sayan tavır ve davranışlarının getirdiği Kongre baskını, sadece ABD’de değil, tüm dünyada şok etkisi yarattı. ABD içinde hukukun üstünlüğü, eşitlik, bireysel özgürlükler gibi temel demokrasi değerlerini hiç benimsememiş –üstelik silahlı- ciddi bir güruhun varlığını da ortaya koydu.
Şimdilerde ise Trump’ın evine yapılan baskın üzerinden Amerikan hukuk sistemi tartışılıyor; İlk kez eski bir Amerikan Başkanı, görevde olduğu dönemde kendisine emanet edilen gizli belgeleri “çalmak” üzerinden soruşturuluyor. Bir sonraki aşama, eski bir ABD Başkanı’na “casusluk suçlaması” olur mu? Ya da Trump bu soruşturma ve suçlamaları evirip çevirip, kendini mağdur göstererek yeniden seçilir mi? Bunların hepsi olası gelişmeler.
JAPONYA’DA ESKİ BAŞBAKAN SUİKASTİ VE TARİKAT İZLERİ
Dünyanın bir başka demokrasisinde, Japonya’da ise bir dönem Türkiye’de de olanların benzeri yaşanıyor bugünlerde; Japonya eski Başbakanı Abe’ye yönelik suikast üzerinden, bir dini tarikatın ülkede devleti esir almaya başlamasının ilk izleri ortaya çıkmış durumda.
Abe’yi öldüren katil, “aldığı büyük bağışlar ile annesini iflas ettiren Birleştirme Kilisesi’ne gösterdiği müsamaha” nedeniyle eski Başbakan’a suikast düzenlediğini söyledi.
Kökü –tıpkı FETÖ’nün başlangıç döneminde olduğu gibi- antikomünizm söylemlerine dayanan Birleştirme Kilisesi, Güney Kore’de 1954 yılında muhafazakar ve aile odaklı değerleri öne çıkaran, kendisini de “mesih” ilan eden Rahip Myung Moon tarafından kuruldu. Tarikat, stadyumlarda genellikle farklı ülkelerden çiftlerin topluca evlendirildikleri -FETÖ’nün katalog evliliklerini anımsatmıyor mu?- seremonilerle görünür hale geldi.
Birleştirme Kilisesi hakkında çeşitli ülkelerde -gerekçeleri yine Türkiye’nin yaşadığı acı FETÖ tecrübesine benzer- soruşturmalar açılmıştı; Maaşlarının bir kısmına “bağış” adı altında el koyabilmek için tarikat üyelerini çeşitli düzenbazlıklarla işe sokmak; üyelerin ellerindeki her türlü birikimi yine “bağış” adı altında Kilise’ye devretmelerini sağlamak.
Tarikatın kurucu lideri Moon, “vergi kaçırmak” suçlamasıyla ABD’de yargılandı, hatta kısa bir süre hapis bile yattı. Ancak müritlerden toplanan bağışlar, Amerikan sistemine “siyasi destek parası” olarak girince, Moon’un ölümünden sonra tarikat yönetimini devralanların ABD başkanları ile “iyi ilişkiler” geliştirmesine de engel olmadı.
Japonya’da ise Birleştirme Kilisesi, etkinliğini arttırdıkça arttırdı. “Dünya barışını desteklemek” kılıfı altında, tarikata bağlı çok sayıda sivil toplum hareketi oluşturuldu. Şinzo Abe de başbakanlığı döneminde tarikatın ya da bağlı kuruluşlarının pek çok etkinliğine bizzat katıldı, çalışmalarını öven konuşmalar yaptı.
Abe suikastinden sonra Birleştirme Kilisesi’nin siyasete etkisi üzerindeki tartışma o kadar büyüdü ki, Japonya’nın mevcut Başbakanı bu ayın başında hükümetinden tarikat ile ilişkileri bulunduğu iddia edilen 7 bakanı görevden aldı. “Sağlık durumu” gerekçesiyle görevden alınan bakanlardan bir tanesinin ise bizzat öldürülen Abe’nin kardeşi Nobuo Kishi olması ayrıca ilginç elbette.
Belli ki Japon demokrasisi kendisini “tarikat etkisinden” kurtulmak için hareketlendi. Ancak adımlar, söz konusu tarikatın adı hiç geçirilmeden yapılmaya çalışıldıkça ne kadar başarılı olur? Türkiye örneği ortada.
AB İÇİNDE DEMOKRASİYE İNANMAYAN LİDERLER
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından insan haklarının “kalelerinden biri” haline gelen Avrupa Birliği’nde de demokratik değerler sıkıntıda; Macaristan’da, kendi muhafazakar değerlerini topluma parlamentodaki çoğunluğunu kullanarak dayatan Başbakan Orban’a karşı “eleştirmek” dışında bir şey yapamıyor AB’nin diğer ortakları.
İşin kötüsü, AB içinde Orban’ı “taklit etme” eğilimindeki lider sayısı da artıyor. Polonya bunun en büyük örneği.
İngiltere bile, Ruanda’dan gelen sığınmacıların zorla ülkeden atılması gibi, daha önce ağza alınmayacak konuları tartışıyor bu dönemde. O kadar ki, İngiltere başbakan adaylarından biri seçim kampanyasında sığınmacıları sadece Ruanda’ya değil, Türkiye’ye de zorla geri göndermekten bahsetmekten kaçınmıyor.
Nüfusu itibarıyla, “dünyanın en büyük demokrasisi” olarak anılan Hindistan’da Başbakan Modi’nin Müslümanlar’a yönelik ayrımcılığı yasalarla meşru hale getirmesi de son dönemde dünyada demokrasinin aldığı yaralardan bir başkası.
Brezilya’da yaşananlar da ilginç; Bir dönem askeri darbelerle anılan Brezilya’da seçimlerle sivil yönetim kurulması başarıldı. Ancak son devlet başkanı Bolsonaro yönetiminin bulaştığı yolsuzluk o kadar büyüdü ki, yandaş işadamları “darbeden” medet umar hale geldi. Yargı devreye girdi; Seçim kaybetmemek için darbe yapılmasını aralarında tartıştıkları WhatsApp yazışmaları basına sızan Bolsonaro yandaşı işadamlarının evleri ve iş yerleri polis tarafından basıldı.
Liste uzayıp gidiyor.
Hukukun üstünlüğü ve insan hakkı değerleri tüm dünyada bu kadar yıpranırken, Türkiye de bundan azade değil elbette.
Şarkıcı Gülşen’in arkadaşına yaptığı bir şakada kullandığı ifadeler dolayısıyla tutuklanması başka nasıl açıklanabilir?
Ne yazık ki Gülşen örneği “münferit” de değil. Üstelik 2023 seçimlerine kadar benzerlerinin yaşanması da muhtemel.