Demokrasi: Üç tez
Dünya Batı merkezlidir çünkü bütün bilim ve teknoloji oradan çıkmıştır. Çin daha önce benzer aletler yaptı evet, ama İngiltere’den neredeyse bin sene önce yaptıkları dünyaya mal olmamış ve devam etmemiştir. Kim bilir belki arazi geniş olduğu için, belki doğal kaynak zengini olduğu için, belki işgücü fazla olduğu için, belki rant ağır bastığı için, belki öyle belki böyle. Sistematik ve kalıcı sanayi devrimi gerçekleşmemiştir. Yoksa Hindistan da 17. Yüzyılda bayağı ileriydi. Hint tekstili Londra’da lüks mal kabul ediliyordu. Bunlar gerçek sanayi devriminin kaşık kadar İngiltere’de gerçekleştiği olgusunu değiştirmez. Bilim, sanayi devrimi, sosyal devrim –mesela İngiliz evlilik deseni, teknolojik ilerleme, demokrasi, “Athena’nın hediyeleri”, Aydınlanmış ekonomi”… Kolay değildir: Rusya da denemiş, adına sosyalizm demiş, inanılmaz acılar pahasına 30-40 yıl başarılı görünmüş ancak 1960’lardan itibaren yüzüne gözüne bulaştırmıştır. Takım tezgâhları, teknoloji eskimiş ve yenilenememiştir. Kolay değil. Bir kere yapıyorsun ama ikinci üçüncü dördüncü turları sadece Batı yapabiliyor. Anti-emperyalist olmak bambaşka bir konudur. Öyle slogan düzeyinde olacak iş değil.
Neden? Çünkü bilim ve teknoloji basitçe “teknik” bir mesele değildir. Üniversite meslek yüksekokulu değildir. İşin başında felsefe ve mantık yatar. Ne siyasal teolojideki ne de siyasal kültür tarihindeki devamlılığı küçümsemek doğru olmaz. Siyaset ve hukuk felsefelerinin kesiştikleri yerden bakarsak böyle bir küçümseme hem doğal hukukun ve vazgeçilemez doğal hakların itişiyle hem de Batı Avrupa’da çeşitli faktörlerin etkisiyle ortaya çıkan ve genişleyen demokrasinin 17. Yüzyıl ürünü olduğu tezini doğallıkla öne çıkarır. Bu küçümseme alternatif olarak tek bir yol bırakır. Geriye sosyalist solun tarihinden bakarak, üstelik bu tarihin Ortodoks bir yorumunu benimseyerek kitle mücadelesinin rolünü öne çıkarmak, bunu yaparken de hukuk, felsefe ve kültür gibi “üstyapı” değişkenlerinin özerk rolünü reddetmek kalır. Yani ya 17. yüzyıla ya da 19. yüzyıla net bir kopuş yerleştirmek zorunda kalırız. Devamlılık hipotezi gündemden düşer.
Bu değişkenler arasından sadece demokrasiyi çekip alırsak, demokrasinin kökeni konusunda alternatif olarak şöyle düşünmek mümkündür. Marksist ve ondan etkilenen sol hareketlerin vurgusuyla demokrasinin çalışan sınıfların, en başta işçi sınıfının mücadelesiyle ve komünizm korkusuyla yaygınlaştığı/yaygınlaşmasına izin verildiği tezinin dayanakları var. Mümkündür, en azından yanlış değildir ve bırakılan tek yol bu tezi benimsemekten geçer. Demokrasiyi sadece kurumsal ve somut olgular düzeyinde tartışacak olsaydık ben de piyasayı değil Cromwell’i, devamında Amerikan ve Fransız devrimlerini, sonrasında işçi sınıfının mücadelesini öne çıkarmayı daha gerçekçi bulabilirdim. Öte yandan şu var: Bu bakış yalnızca kurumsal bir olgu olarak demokrasinin siyasi tarihi düzleminde geçerli olabilir. Henüz kurumsallaşmamış dinamikleri haddinden fazla önemsizleştirebilir. Doğal hukuk ve toplum sözleşmesi kuramlarının hukuk ve siyaset felsefesi, siyasal kültür ve ideoloji düzlemlerinde özerkleşmeleri bu kadar fenomenolojik bir bakışta mümkün olamaz.
“Mücadele” tezini kenara itersek kopuş mantığıyla bakılınca geriye tek bir yol kalır. Marksizm’den etkilenen teorileri –yanlış oldukları için değil ki olabilirler, buradaki tartışma diline dışsal oldukları için- dışarıda bırakırsak sadece demokrasi için değil, doğal hukuk ve kontrat teorisi kurguları için de 17. yüzyılda gerçekleşen bir kopuş tasarlamak zorunda kalırız. Ancak buraya sıkıştırılmış bir kopuş tezi açıkça bir piyasa fondamantalizmi tezidir. Üstelik bu tez en çok Leo Strauss tarafından savunulan –aynadaki ters işaretli imajını MacPherson’un öne sürdüğü- net biçimde sağcı bir görüştür çünkü bireylerin atomize oldukları bir piyasa ekonomisi tahayyülünü sadece demokrasinin değil doğal hukukun da fiili miladı sayar. Oysa bu mümkün olamaz çünkü düpedüz yanlıştır. Bu derece radikal bir süreksizliği 17. Yüzyıla –veya kopuş tezinin Aydınlanma sürümünde 18. Yüzyıl başına- yüklemek Batı aklının binlerce yılını ve özellikle papalık/imparatorluk uzayında gerçekleşen yüzlerce yıllık dönüşümü hiçe saymaktır. “Demokrasiyi piyasa getirdi” veya “demokrasiyi işçi sınıfı mücadelesi getirdi” tezleri limit halleriyle tarihsel ve kavramsal sürekliliklerin etkisini hafife almak anlamına gelir.
“Tarih karşılaştırmayı içerir”. Maitland bu sözü 1888’de sarf etmişti. Çeşitli hukuk sistemlerinin etkileşiminin incelenmesi ve mukayeseli tarihleri olmadan kavramların zaman ve mekândaki dönüşümlü yolculuğu göze görünür olmaktan çıkar. Aynı terimler kullanılsa bile kavramların anlamı değişebilir fakat değişimin nedenleri, mekanizmaları ve sonuçları vardır. Değişim içinde bir muhafaza veya muhafaza ederek dönüştürme denebilecek bir tür devamlılık mevcuttur. Bu devamlılık kurallıdır ve kurallarını izleyebilmek mukayeseyi gerektirir. Oldukça ayrıksı olan Common Law bile kıta hukukundan sanıldığı kadar uzak olmayabilir. Öte yandan “karşılaştırma da tarihi içerir”. Hukuk ve mukayeseli analiz karşılıklı olarak birbirlerini ima ederler. Unutmayalım ki Maitland İngiliz hukuk tarihinin İngiliz hukukçularının mukayeseli hukuk eğitimlerinin olmamasının bir sonucu olarak “yazılamadığını” da öne sürmüştür.
Son 250 yıla sadece modern demokrasinin kökeni açısından bakarsak, birbirlerinin düali olan “piyasa” ve “mücadele” açıklamaları kopuş tezinin iki yüzüdür. Klasik veya neoklasik formalizmlere başvurmak söz konusu temel düaliteyi ortadan kaldırmayacaktır. Tıpkı Ricardo okumayı tercih etmekle Ricardo’nun 20. yüzyıl sonu matematikselleştirmelerini okumayı tercih etmek arasında nitel bir tarihsel bakış farklılığı aramanın bu farka fazla anlam yüklemek olacağı gibi. Bence bir üçüncü tez olarak “hukuk” tezini öne çıkarmakta fayda var. Bu tez kopuşu tümden inkâr etmez ama onu radikalleştirmez ve devamlılığın/sürekliliğin içine yerleştirir. Kim bilir, belki de bugün ABD’de demokrasi denen bir şey az çok hala varsa en büyük nedeni Common Law mirasıdır.