Değişim
Depremzede kardeşlerimize baş sağlığı, sabır ve kolaylıklar diliyorum. Seçim meçim derken unutulmasınlar.
İlk 100 gün lafını ilk nerede duydum hatırlamıyorum ama galiba Amerika’daydı. Orada cumhurbaşkanlığı adaylığı süreci biraz bizdekine benzer. Zaten belli başlı iki parti var: Cumhuriyetçiler ve Demokratlar. Arada bir bağımsız adaylar da çıkar ama genelde bu iki partinin gösterdiği adaylardan biri cumhurbaşkanı olur. Neyse, bizdeki kadar uçmasalar da adaylar seçilirlerse ne yapacaklarını ballandıra ballandıra anlatırlar.
Orada da bizdeki gibi konuşmalar “Biizzz (harika)….onlar (rezalet)…..cektir….caktır” formatında yapılır. Televizyon ekranlarında, basında, sosyal medyada propaganda yapılır. Bu propagandanın önemli parçalarından biri ‘İlk 100 gün’ vaatleridir. Başkan adayları eğer seçilirlerse ilk 100 günde neler yapacaklarını anlatarak oylarını arttırmaya çalışırlar. Bu bağlamda hem yüz günde yapılabilecek hem de seçmenin umuru olan işlerin seçimi kadar ne yapılabilecekse onların seçmenin istediği şeyler olmasına dikkat edilir. Dikkat edilir edilmesine ama Trump gibi kerameti kendinden menkul adamların demokrasinin beşiği, dünyanın ilk cumhuriyeti olmakla böbürlenen ABD gibi bir ülkede uçmasına bakılırsa pek de işe yaramıyor galiba.
Neyse lafı uzatmayalım bu konuyu niye açtım? Geçen gün ABD’nin en önemli üniversitelerinden birinin uluslararası ‘yönetici eğitim programlarının’ başında olan Ankara’dan eski komşum, öğrencim, asistanım, is arkadaşım ve dostum olan bir iş adamı-eğitimciyle sık sık yaptığımız sohbetlerden birinde bana “iş değiştirmek üzereyim” diyerek temaslarda bulunduğu kurumlardan bahsetti. Çok renkli olan kariyerinin bu aşamasında iş değiştirmenin nedeni basit ve her zaman rastlanan bir şeydi. Bulunduğu üniversitenin üst yönetimi değişmiş ve yeni yönetim, artık ilk yüz günlük programı içinde mi yoksa başka bir şey mi bilinmez, ‘değişiklik’ vaat etmişti. Seçim atmosferinde çok sık duyduğumuz ‘değişiklik’ sözcüğü yeni yönetimlerin bir nevi standart uygulamalarından biridir. İster ülke çapında olsun ister işletme, her yeni yönetim nedense ‘değişiklik’ getirmek arzuna engel olamaz ve genellikle çoğu başarısız değişiklikleri de yapmaya çalışır.
Bu nedenle değişiklik (change) işletmecilik yazınında geniş yer bulan bir konudur. Şimdi “işletmecilik yazınında geniş yer bulmayan bir konu var mı?” diye sorarsanız haklısınız. İşletmecilik yazınının akademik ve pratik kalitesi konusundaki düşüncelerimi biliyorsunuz.
Neyse, ilgili yazında değişiklik konusu iki başlık altında irdelenir. Biri ‘değişiklik neden gereklidir?’ ikincisi ‘değişiklik süreci nasıl yönetilir?’. Birinci başlık altında değişikliğe güzellemeler yapılırken ikinci başlık altında mutat ‘değişiklik yönetiminin üç..., beş…, yedi…aşaması’ gibi listeler sunulur. Bu tür listeler hakkında da düşüncelerimi sizlerle defalarca paylaşmıştım. Yazında durum bildiğiniz gibi.
Daire başkanlığından emekli olduğum, iki örgütün ortak kurumu olan Uluslararası Ticaret Örgütü (ITC UNCTAD/WTO) benim orada çalıştığım süre zarfında üç üst yönetim değişikliği yaşadı. Üst yönetici seçimle falan gelmezdi. Kimin atadığı da pek bilinmezdi. Bilinen UNCTAD (Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı (United Nations Conference on Trade and Development – UNCTAD) ve WTO (Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) World Trade Organization, WTO) teşkilatlarında adı bilinmeyen üst kademe yöneticilerinin birini bir dönem kalkınmış ülkelerden birinden, bir sonraki dönem de kalkınmakta olan ülkeden birinden olmak üzere üst yönetici olarak atamasıydı. ITC çalışanları kimin atandığını atama olup bittikten sonra öğrenirlerdi. Aslına bakarsanız çok tatsız bir uygulamaydı. Birleşmiş Milletler’e de hiç yakışmıyordu.
Neyse eski direktörün yerine ‘arzulanan özelliklere sahip!’ bir yeni yönetici geldi. Bu yöneticinin ilk sözleri tüm personeli topladığı bir toplantıda ‘ilk yüz gün’ programını açıklaması ve ‘değişiklik’ hakkındaydı. Sözlerine “Dünya ve çevremiz değişiyor. Biz de değişmeliyiz. Bu nedenle kurum olarak bir değişiklik süreci başlatacağız” diyerek başladı. Etrafıma şöyle bir baktım dört kurum başkanı yardımcısı, beş daire başkanı da dahil tüm katılımcıların suratında aynı ifade vardı. Hani biz “Buyurun buradan yakın” deriz ya işte öyle. Bu yöneticinin işi gerçekten de yüze göze bulaştıracağı o toplantıda ortaya çıkmasa bile kısa zamanda anlaşıldı.
Yönetim ilk olarak bir ‘Change Management Consulting’ şirketi yani, bir değişim yönetimi danışmanlık firmasıyla anlaştı ve bu firmanın ‘danışmanları’ kuruma üşüştüler. Ne işi, neden, nasıl yaptığımız hakkında hiçbir bilgileri olmadığı için uzun bir süre bunu önce öğrenmeye sonrada anlamaya çalıştılar. İşin garibi ITC’nin kendisi bir danışmanlık örgütüydü ve hemen tüm daireler uluslararası danışmanlık şirketleri gibi çalışırlardı. Birinin gelip size anlamadığı işinizi anlatması sizi ne kadar gıcık ederse ITC elemanları da öyle gıcık oldular.
Değişiklik bir yere varmayınca ilk ve klasik teşhis ‘değişikliğe direnç’ oldu. Öyle ya değişiklik bir türlü olmayınca suçlu değişmesi gereken personelin değişmeye direnmesidir. Değişikliğin nedenini ve nasılını insanların anlamaması, anlayanların saçma bulması akla gelmez. Kurumda kimsenin anlamadığı, nereye varması gerektiğini bilmediği değişiklik, harcanan dünya paraya rağmen, bir yere varmayınca bir büyük toplantı daha yapıldı. Yöneticimiz yarı fırça atarak, yarı motivasyon konuşması yaparak durumu anlattı. Durum iç açıcı değildi. Neden iç açıcı olmadığını biz biliyorduk ama yönetici açıkça söylemiyordu.
ITC bize bağış yapan ülkelerin parasıyla dönüyordu. Birleşmiş Milletler bütçesinden maaş alan kadro tüm kadronun küçük bir yüzdesini oluştururdu. Çalışanların büyük çoğunluğu şu veya bu ülkede yapılması önerilen bir ‘dış ticareti teşvik’ projesini beğenen ülkelerin bu proje için ITC’ye verdiği paralardan finanse edilirdi. Daire başkanları bu proje paralarını almak için didişirlerdi. Benim başında olduğum dairenin 22 elemanından sadece 7’si bütçeden maaş alırdı geriye kalanların maaşları projelerden ödenirdi.
Benim daire kendi projelerini kendisinin bulduğu kaynaklardan finanse edebildiği için bir sıkıntımız yoktu. Dairem aralarında Küba, Kuzey Kore, İran, Türkiye gibi klasik bağışçılar arasında adı hiç geçmeyen ülkeler de bulunan İsviçre, Norveç, Hollanda, İngiltere gibi ülkelerden milyonlarca dolar bağış temin ettiği için 7 kişi başladığı ekibini üç senede kendi imkânlarıyla 22’ye çıkartmıştı. Yönetimin desteğine ihtiyacımız hiç olmadı. Bir yerlerde yazıyor mu bilmem ama Kuzey Kore ve Küba’dan personel eğitimi için bağış temin etmek bir nadir olaydı. Nasıl becerdiğimi ben bile pek anlamamıştım. Finansman özel olarak benim daireye verildiği için üst yönetim sadece standart ‘genel masraf’ payını alıyor geriye kalana karışamıyordu.
Bir de ITC’ye belli bir proje adı belirtilmeden verilen bağışlar vardı. İşte ‘değişiklik projesi’ bu bağışlardan finanse ediliyordu. İç açıcı olmayan şey buydu. Özetle bağışçılar “Arkadaş biz size ülkelere yardım olsun diye proje parası veriyoruz. Bu paranın bir kısmını ‘değişim’ yapacağız diyerek harcamanıza izin verdik ama dünyanın parasını harcadınız hala sonuç çıkmadı bu işin sonu nereye varacak?” diye şikâyetlere başladılar. Doğal olarak bu şikâyetler ITC’yi ama daha da önemlisi kurumun amiri konumunda olan UNCTAD ve WTO’yu çok rahatsız eti.
İç açıcı olmayan durumu iç açıcı hale getirme çarelerinin aranacağı söylenen toplantıya tüm personel davet edildi. Yönetim tam kadro üst yöneticinin arkasında oturdu. Daire başkanlarının da aralarında bulunduğu personel bir otelin ziyafet salonunda yapılan toplantıda yuvarlak masalar etrafında oturduk. Yönetici ‘değişim’ projesinin ‘başarılarını!’ anlatan danışmandan sonra söz alarak aksayan şeylere dikkat çekti, değişime direncin doğal olmakla beraber sonlandırılması gereğine değindi ve önerilerimizi istedi. Söz alarak yaptığım konuşmayı bugün bile neredeyse kelimesi kelimesine hatırlıyorum.
“Bakın” dedim “Dünya ve çevremiz değişiyor biz de değişmeliyiz diyerek başladınız. Bu cümle her ne kadar kulağa sanki bir şey ifade ediyormuş gibi gelse de hiçbir şey ifade etmiyor. Dünya ve çevremiz elbette değişiyor. Değişmeyen tek şey değişimdir diyen düşünürün söylediği gibi değişmeyen bir şey yok. Bize anlatmanız gereken ilk şey somut olarak neyin değiştiği ve bu değişikliğin kurumumuzun işi ve işini etkin ve etkili yapması için geliştirdiği bunca yıllık stratejisini ve iş süreçlerini neden ve nasıl, özellikle olumsuz bir şekilde, etkilediğini anlatmak. Ondan sonra da strateji ve süreçlerimizde neleri değiştireceğimizi, bu değişikliğin kaynak maliyetini haklı kılmak için değişikliklerin neden ve nasıl bu bahsedilen olumsuz etkileri ortadan kaldıracağını anlatmanız gerekirdi. Bunların hiçbiri yapılmadı. Hangi değişiklikler neyimizi neden olumsuz etkiliyor, neyi değiştirirsek bu olumsuz etkiler ortadan neden kalkacak bunları anlamadan değişiklik adı altında yapılanları benimsemekte güçlük çeken personeli eleştirmek haksızlık oluyor. Bize denseydi ki Dünya değişiyor onun için kurumun duvarlarının badanasını gri yapalım da olumsuz etkilenmeyelim bunu da belki anlamazdık ama duvarları griye boyardık. Siz de duvarlar neden griye boyanmadı diye şikâyet etmezdiniz” Konuşmamı böyle bitirdim ve toplantıya katılanların büyük bir çoğunluğu alkışlamaya başladı.
Yöneticinin yüzünün aldığı şekli anlatmama gerek yok herhalde. Hele değişim yönetimi şirketinin danışmanının yüzü. Onu anlatmaya hiç gerek yok.
İzahtan vareste kariyerimin siyasi açıdan en başarılı konuşması değildi. Şimdi sorsanız “Hoca emekliliğine beş sene kala ukalalığın gereği var mıydı yani?” haklısınız derim. Demesine derim ama o zamanda bu yazıyı yazacak bir hikâyecikten mahrum kalırdım. Tahmin edeceğiniz gibi o konuşmadan sonra yönetimin bana olan sevgisinin ve desteğinin ne seviyelere geldiğini anlatmama da gerek yok herhalde.
Aslına bakarsanız bu kısa konuşmamda değişim nedir, nasıl yapılır? Konusundaki düşüncelerimi özetlemiştim. Buna döneceğim.
Sağlıcakla kalın