"Değerli yalnızlık" sonrası...
Yıl biterken, adettendir; bilanço çıkarılır.
Ancak Türkiye’nin dış politik bilançosunu yaparken, son bir seneden çok, parlamenter sistemden çıkıp, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişten itibaren geçen yaklaşık iki yılı değerlendirmek daha makul görünüyor.
Öncelikle, Türkiye’deki yönetim sistemi değişikliği dış politikayı nasıl etkiledi;
Yeni sistem, dış politikanın yürütülmesine kendi karakteristik özelliklerini de beraberinde getirdi;
► Cumhuriyetin ilk dönemlerinden beri hemen hemen tüm hükümetler tarafından korunmuş olan, iç politika ile dış politikayı birbirinden ayırma kuralından vazgeçildi. Dış politika, iç politik tartışmaların uzantısı haline getirildi.
► Dış politikanın belirlenmesinde Cumhurbaşkanlığındaki danışmanların ağırlığı arttı, Dışişleri Bakanlığı karar alma mekanizmasından dışlanmaya başlandı.
► Yeni sistemde dış politikada diplomasi yerine silahlı güçler ön plana çıkarıldı; sorunları çözmede diplomasi gibi, ekonomi gibi yumuşak güçler bir tarafa bırakılıp, doğrudan “sert güç” olan askeri önlemlere başvurulmaya başlandı.
► Cumhurbaşkanı’nın yetkileri arttıkça, dış politika da “kişiselleşmeye” başladı. Cumhurbaşkanı’nın kişisel olarak “takdir ettikleri/iyi anlaştıkları, güvenmedikleri/eleştirdikleri” gibi son derece sübjektif kriterler dış politikanın yürütülmesinde de hakim oldu.
► Benzer şekilde, Cumhurbaşkanı ve başında olduğu siyasi partinin ideolojik yaklaşımları da dış politikadaki “dost/ düşman” kavramının belirlenmesinde etkili olmaya başladı. “Devletin dış politikasından”, “parti dış politikasına” doğru evrilme ortaya çıktı.
► Büyükelçilik görevlerine giderek daha fazla dışardan isim atanması, atananların büyük bölümünün siyasi geçmişinin bulunması, dış politikanın yürütülmesindeki dışişleri kurumsallığına da büyük darbe vurdu.
“Açılım” dönemi bitti; şimdi kartlar yeniden dağıtılıyor
Yeni sistemde dış politika belirlenirken, ülkenin büyüklüğü/ gücü/kaynakları/ekonomik durumu/etkisi de iyi hesap edilmedi. Sonuçta son iki yılda elimizde;
► Yakınlarda ya da uzaklarda açılmış onlarca “cephe”;
► Kaynakların “stratejik” değil de, “taktik” amaçlı kullanılması nedeniyle ülke içinde ciddi bir ekonomik kriz,
► Uluslararası alanda bizzat müttefiklerinin bile yaptırım uyguladığı, giderek yalnızlaşan bir Türkiye kaldı.
Ancak 2021, belli ki bu gidişatı değiştirecek yeni politikalara/hamlelere gebe;
Gerek uluslararası alandaki değişiklikler -Trump’ın yenilip, yerine Biden’ın ABD Başkanı seçilmesi-, gerekse içerdeki zorluklar -pandeminin etkisiyle derinleşen ekonomik kriz-, mevcut iktidara izlediği dış politikaya da ayar verme zorunluluğu getirdi.
Bunun ilk örneğini İsrail politikasında görmek mümkün;
Türkiye ile İsrail arasındaki gerginliği sona erdirmek için Azerbaycan resmen devreye girmiş durumda. Ermenistan’a karşı kazandığı Karabağ zaferinde Türkiye’den gelen İHA’lar kadar, İsrail’den satın aldığı silahları da etkili şekilde kullanan Azerbaycan, şimdi kendisine savaşta destek veren bu iki ülkeyi barıştırmaya soyunmuş durumda.
AK Parti hükümetinin İsrail’e uzun aradan sonra Büyükelçi atamaya karar vermesi ise, Ankara’nın da bu “barışmaya” gönüllü olduğunu ortaya koyuyor. Ancak İsrail’den henüz olumlu bir yanıt gelmemiş durumda. Belli ki Tel Aviv hükümeti öncelikle ABD’de yeni yönetimin oturup, ne yapacağını ortaya koymasını bekliyor. Bir de İsrail’in kendi içindeki seçim telaşı, Türkiye politikasında yeni açılımları -şimdilik kaydıyla- durdurmuş gibi.
Ankara’da askeri güç yerine, diplomasiye ağırlık verilmeye başlandığını gösteren bir başka gelişme Libya’dan geldi; Libya’da sahada tüm gücüyle var olup, çözüm masasına oturamayan Ankara, şimdiye kadar izlediği sert politikayı yumuşattığına ilişkin işaretler vermeye başladı.
AK Parti hükümeti, “Terörist/darbeci” diye nitelediği Hafter’in yeni kurulacak hükümette Başbakanlık gibi ciddi bir pozisyona bir yandaşını atamasına “şartlı evet” diyebileceğinin sinyallerini verirken, şart olarak da Cumhurbaşkanlığı’nda Ankara’yla yakın çalışan Sarraç’ın kalmasını öne sürdü. Üstelik bunu tek başına değil, Fransa’nın Libya’da artan etkisine karşı rahatsızlığını artık gizleyemeyen İtalya’yı da yanına alarak yaptı. Bu arada TBMM’den geçirilen 18 aylık Libya tezkeresi ise, Türkiye’nin Libya’da askeri olarak da var olmaya devam edeceği mesajı verildi.
Ancak tüm bunlar yapılırken, AK Parti hükümetinin tüm Türkiye’nin başına açtığı S-400 alımı krizine bir çare henüz ortada yok. Üstelik Rusya, Erdoğan’ın alım sözü vermiş olduğu ikinci parti S-400 füze bataryalarını göndermek için bastırmaya başladı bile. Putin’in geçen hafta sarf ettiği “Erdoğan her zaman sözünü tutar” sözü, doğrudan buna bir gönderme olsa gerek.
Şimdi ABD ile S-400 krizine, özellikle Avrupa ile AİHM/ Demirtaş krizi de eklenmiş gibi gözüküyor. AK Parti hükümeti son dönemde Doğu Akdeniz’de Oruç Reis üzerinden yaptığı Navtex salvolarını şimdilik AB’nin bile Yunanistan’ın maksimalist politikalarını tanımadığı alan olan Meis Adası etrafıyla sınırlandırmış görünüyor. Ancak Doğu Akdeniz’de Biden döneminde, ABD ya da NATO üzerinden uzlaşma aranırken, AİHM cephesi Türkiye’yi -belki Doğu Akdeniz’den bile çok- sıkıştıracak gibi duruyor.
2020’ye ağırlığını koymuş “değerli yalnızlık” siyaseti çökerken, 2021’de Türkiye’nin bu siyasetten vazgeçmesi halinde bile kazanım sağlayıp sağlayamayacağı henüz meçhul...