Defterimdeki yazılarıyla Güngör Uras
Bu alışkanlığı lise yıllarında edinmiştim. Beğendiğim köşe yazılarını keser büyük boy defterime yapıştırırdım. O defterler sevdiğim yazarların yazılarından derlenmiş bir kitaba dönüşürdü.
Ekonomi ile ilgili defterime yapıştırdığım ilk yazılar Tevfik Güngör Uras’ındı. 1988 yılında DÜNYA gazetesinde işe başladığımda Basın Yayın Yüksek Okulu’nda Prof. Dr. Tevfik Pekin’in iktisat derslerinden öğrendiğimiz temel bilgiler dışında ekonomiyi çok iyi bilmiyordum.
Prof. Dr. Tevfik Güngör Uras benim için ikinci bir okul oldu. Güncel ekonomiyi çok yalın ve herkesin anlayacağı bir dille yazıyordu. Tevfik Güngör imzası ile DÜNYA gazetesinin ikinci sayfasındaki yazılarından bir okulda öğreneceğimden çok daha fazlasını öğrendim.
Yazılarımı, haberleri yalın bir dille yazmamda da katkısı büyüktür.
İlerleyen yıllarda tarım yazmaya başladığımda yazılarından alıntı yapması, tarımla ilgili yazı yazarken telefon ederek bilgi alması ve yazdığı yazıyı da yayınlanmadan önce bana okutması gerçekten büyük bir ayrıcalıktı. O artık benim için “Güngör abi”ydi.
Özellikle ürünlerin hasat dönemlerini yakından izler ve hangi üründe hasat yaklaştıysa telefon eder, üretimin ne kadar olduğunu, fiyatın ne olacağını, ürünü kimin alacağını araştırıp yazmamı isterdi. Sonra da eklerdi. “Sen araştır yaz biz de öğrenelim, yazalım" derdi. Her hasat dönemi o telefonun geleceğini beklesem de biliyorum gelmeyecek. Güngör abinin verdiği görevin sorumluluğu ile araştırıp yazmaya devam ediyoruz.
Güngör abiyi sonsuzluğa uğurlamamızın üzerinden 4 yıl geçti. DÜNYA ailesi, dostları olarak Güngör Uras’ı bugün (19 Ağustos) saat 9.30’da İstanbul Sanayi Odası Meclis Salonu'nda düzenlenecek anma programı ile anıyoruz. Anma programı kapsamında Ege Cansen ve Mahfi Eğilmez’in konuşmacı olarak katılacağı “Ayşe Teyzenin İzinde Türkiye Ekonomisine Bakış Paneli” yapılacak. Panelin moderatörlüğünü sevgili Berfu Güven ve Servet Yıldırım yapacak.
Güngör abiyi saygıyla anarken çok özlediğimiz yazılarından ikisini paylaşıyorum.
Et ithalatı hayvancılığı öldürüyor
Et fiyatları artmaya başlayınca, Ankara karkas et ithali için kapıları açmıştı. O kapı bir kapanır, bir açılır hale geldi. Sadece ette değil, her türlü tarım üretiminde fiyatlar yükselince Ankara, ithalatla yerli üreticinin “terbiye edilmesi”ni hedef alıyor. Ucuz ithalden sonra fiyatlar bir süre geriler ama ithalat yerli üreticiyi üretimden soğuttuğu için, üretim azalır. İthalat üretimi caydırarak fiyatlarda kalıcı artışa yol açar. Bugüne kadar hayvancılığı teşvik için 10 milyar TL dağıtıldı. Sıfır faizli kredi verildi. Böylece sığır varlığı 15 milyon adede yükseldi. Yılda 1 milyon ton kırmızı et tüketiyoruz. Bunun yüzde 90’ına yakını sığır eti, yüzde 10’una yakını koyun eti. Diğer hayvan türlerinin ufak payları var. Et fiyatlarının artışının arkasında kalıcı ve de geçici nedenler var:
1) Kalıcı nedenler şunlar: Bizim hayvanlar dağda çayırda beslenmiyor. Çiftliklerde yemle besleniyor. Hayvancılıkta maliyetin yüzde 60’ını sanayi yemi teşkil ediyor. Sanayi yeminin hammaddesi ithal girdi. Döviz fiyatı artınca yem fiyatları, dolayısıyla hayvan maliyeti artıyor.
2) İthalat kapısı bir açılıyor, bir kapanıyor. Bu durumda besiciler uzun vadeli olarak riske giremiyorlar. Üretimi artıramıyorlar.
Et fiyatlarındaki artışın kalıcı ve geçici nedenlerini iyi değerlendirmeden, piyasaya az miktarda ucuz et sürmek, et sorununa çözüm değil çözümsüzlük getirir.
Devamlı karkas et ithal ederek halkın et talebini karşılayamayız. Ucuz et ancak üretim artışıyla mümkün olabilir. Bu işin uzmanı Ali Ekber Yıldırım yazdı: Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Hayvancılık Genel Müdürlüğü çok kapsamlı bir çalışma ile “Kırmızı Et Stratejisi” hazırladı.
Bu stratejide aynen şöyle deniliyor: “Kırmızı et üretiminin artışında, besi hayvanı materyali temini büyük önem taşımaktadır. Zaman zaman başvurulan et ve besilik hayvan ithalatı sorunu çözmekten uzaktır.” Yıllardan beri, canlı hayvan ve et ithalatı ile sorunlar çözülmeye çalışılıyor. Her defasında ithalatın çözüm olmadığı görülmesine rağmen, bu politika ısrarla sürdürülüyor.
Koyun ve sığır varlığımızın artmamasının nedeni, ülkede hayvanların besleneceği meraların kalmaması. Doğu Anadolu’da terör var. Batı’daki meralar kararname ile toplu konutlara tahsis edildi. 1990‘larda 24 milyar hektar, 2000’in başında 16 milyar hektar olan kullanılabilir çayır, mera alanı 9-10 milyar hektara geriledi. Sığırlarımız yem ile besleniyor. Hazır yemin girdisi ise dolar.
Dolar artınca büyükbaşların beslenme maliyeti de artıyor.Hayvancılıkta öne çıkan ülkelerde toplam beslenmede çayır, meranın payı yüzde 50 dolayında. Tarım kaynaklı kaba yemin payı yüzde 25 dolayında. İşte bu nedenle o ülkelerde büyükbaş fiyatları ucuz. Biz ise çayır ve mera olmadan hazır yeme dayalı olarak hayvancılık yapmaya çalışıyoruz.
Yıllık 60 milyon ton dolayındaki kaba yem tüketiminde çayır ve meranın payı 12 milyon ton dolayında. Kaba yemin sadece yüzde 20’si, toplam yemin sadece yüzde 10’u çayır ve meradan karşılanıyor. Çayır ve meraya çıkamayan büyükbaş hayvanlar kapalı alanlarda kaba yem ve karma yem yiyor. Kaba yem, yem bitkilerinden elde ediliyor. Bunlar yonca, fiğ, korunga, silajlık mısır, burçak, hayvan pancarı gibi yem bitkileri. Bizim kaba yem üretimimiz de talebi karşılayamıyor.
(29 Ocak 2016/Dünya Gazetesi)
Buğday için “borç dilenmenin dayanılmaz “ezikliği”
Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulduğu yıllarda (1960’ lı yılların başında) Plancıların ana sorunlarından biri buğday sorunu idi. Çünkü o yıllarda Türkiye’nin buğday üretimi, talebi karşılamayacak kadar düşüktü. Türkiye buğday ithal etmek zorundaydı.
Her yıl bahar geldiğinde Devlet Planlama Teşkilatı’nın tarımdan sorumlu uzmanları Doğan Kayran ve Kaya Mutlu, yerli ürün hakkında tahminde bulunmaya çalışırlardı. Kaya Mutlu buğday tarlalarını dolaşır, Tarım Bakanlığı uzmanlarıyla yerli üretim rakamlarını belirlerdi. İşte ondan sonra da sorun başlardı.Yerli üretim fazla olur ise, Merkez Bankası’nın Türk Lirası basması ve buğday parasını ödemesi gerekiyordu. Yok yerli üretim yetersiz kalır ise o zaman da buğday açığını kapatacak ithalat için döviz bulma zorunluluğu vardı. İşte o zamanlar biz Plancıların sabah uykudan uyandıklarında ilk yaptıkları iş, pencereye koşarak bulutlan incelemekti. Eğer yağmur yağacak gibi bir hava var ise, dertlenirdik: “Eyvah... Yağmur yağacak. Buğday üretimi artacak... Merkez Bankası para basmayacak. Bu buğdayın parasını nasıl ödeyeceğiz?”
Eğer yağmur yok gibi ise yine dertlenirdik: “Eyvah yağmur yağmayacak. Buğday üretimi düşük olacak. Buğday ithal etmek gerekecek. Dövizi nereden bulacağız?” Açık anlatımıyla o günler bizim her sabah derdimiz yağmuru gözlemekti. (Üstelik karı koca Planlama’da çalışıyorduk. 0 nedenle biz aile boyu dertlenirdik.) Merkez Bankası Başkanı Naim Talu, buğday için bile para arzını artırmamak konusunda ısrarcı olduğundan, TMO’nun iç alımlarının finansmanı büyük sorun teşkil ederdi. Fakat en büyük sorun buğday ithalatı için döviz bulmak idi.O yıllarda Türkiye buğday ithalatı için dövizi ya AID (Amerikan Yardım Teşkilatı) aracılığıyla bulabiliyor ya da OECD çerçevesinde kurulan Türkiye’ye Yardım Konsorsiyumu’ndan temin edebiliyordu. Buğday ithalatı için gerekli olan döviz ihtiyacı belirlendikten sonra Türk hükümeti temsilcileri ellerinde dosya, kapı kapı borç dilenmeye başlardı. Döviz bulunduğu an bürokratlar rahatlar, Türk halkı aç kalmaktan kurtulurdu. Derken Turgut Özal’ın Devlet Planlama Teşkilatı müsteşarlığı döneminde Meksika’dan buğday tohumu ithalatı konusu gündeme geldi. Devlet Planlama Teşkilatı’nın öncülüğü ve Tarım Bakanı Bahri Dağdaş’m konuyu benimsemesiyle Meksika’da geliştirilmiş olan yüksek verimli buğday tohumu Türkiye’ye getirildi. Meksika buğdayı, Türkiye’de çok tartışmalara yol açtı. Böylece bizim kaliteli buğdayımızın yok olacağı, Türkiye’nin tohumluk buğdayda dışa bağımlı hale geleceği söylendi. Fakat, Devlet Planlama Teşkilatı, Tarım Bakanlığı ve Ziraat Bankası’nın ortak çalışmasıyla, Meksika kaynaklı kaliteli tohum Anadolu’ya yayıldı. Bu tohum yanında gübre kullanımı da gelişince, Türkiye buğdayda kendi kendine yeter hale geldi. Aradan geçen zamanda, kaliteli buğday tohumu dejenere oldu. Gübre kullanımında çiftçi bilgilendirilmedi. Topraklar verim kaybetti. Buğdayda ürün kalitesi düştü ama, verim arttı. Verim artınca bu defa da artan buğdayı kimin kaç liraya satın alacağı sorunu ortaya çıktı. TMO’nun her yıl açıklayacağı fiyat ve de buğday satın almak için bulacağı para gürültüler kopardı. Derken, Türkiye’de sanayi ürünleri ile tarım ürünleri arasındaki fiyat makası açılmaya başladı. Faiz oranlarının yükselmesi tarımsal üretimi caydırdı. Yüksek üretim rakamları hızla gerilemeye başladı.
İşte bu arada, tarımda fiyat desteklemesi politikasından vazgeçme konusu gündeme geldi. Destek fiyatı yerine çiftçiye doğrudan para yardımı için düzenlemeler yapılırken, ortaya çıkan krizler sonucu IMF’ye verilen niyet mektuplarında buğdaya verilen taban fiyatlarına sınırlamalar getirildi.
Bu sınırlamalar temel olarak, 1960’lar tablosundaki sorunlara benzer sorunlardan kaynaklandı. Türkiye 2000’lerde buğday destekleme politikasını yürütmek için içeriden bulamadığı krediyi dış kaynaktan arıyordu. Çözüm olarak IMF’nin tavsiyesi doğrultusunda destekleme fiyatlarını aşağı çekme yoluna gidildi. Destekleme fiyatlarını aşağıya çekmek demek buğday üretimini kösteklemek demektir.Bunun sonucu Türkiye’nin tekrar buğday açığıyla karşı karşıya gelmesi, buğday ithal etmesi demektir. Buğday ithalatı ise döviz kaynağına bağlıdır.
(Doğan Kitap’tan çıkan Bak Ben Sana Anlatayım/ Olaylarla Alaylar kitabından)