Dediğim ‘tek doğrudur’ demiyorum ‘beni ikna edin’ çağrısı yapıyorum
Mario Livio, Hubble Uzay Teleskopu Bilim Enstitüsü Başkanı’dır. “Tanrı Matematikçi mi?” kitabının yazarıdır; farklı dillerdeki okuyucuya ulaşan bu eser, Pissagor’dan günümüze düşünce sistemlerindeki gelişmelerin ve ortak uygarlık birikiminin etkileşiminin izini süren değerli bir çalışmadır.
İnsan icadı olmayan, ama içinde insan bulunan ekonomide olup bitenleri açıklayabilmek için matematik, istatistik ve olasılık bilimleri her dönemde etkili ve değerli araçlar olma özelliğini korur.
Bildiğimizi sandığımız konuları Livio’nun çalışmasının mihenginde test ederek bugünün dünyasındaki insanları derinliğine etkileyen “kriz koşullarının, yeni normal koşullarına dönüşme sürecinin uzaması” gerçekliğini kavramaya çalışabiliriz.
Anlama yolculuğumuza, istatistik biliminin bize gösterdiği gerçekliği anımsayarak başlayalım: İstatistik çalışmaları, bütün fiziksel nicelikler ve hatta insani özellikler bile sayısal dağılım olarak ‘normal eğrisini’ izler” der.
Tam da bugünün sorunu
“Normal eğrisi” dediğimiz şey, hepsi aynı fonksiyona sahip olan, her biri sadece iki matematiksel parametreyle tanımlanan bir eğriler ailesidir. Parametrenin ilki “ortalama”dır; “aritmetik ortalama” diye de bilinir; bu değer, veri dizisindeki merkez değeri ifade eder. ”Normal eğrisini” tanımlayan diğer parametre de “standart sapma” olarak bilinir.
Olasılık ve istatistik az sayıdaki veri için değildir; çok sayıda veri varsa anlamlı hale gelir. Tam da bugünün sorunu, büyük verinin üretilebildiği, saklandığı, erişilebildiği ve işlendiği bir zamanda yaşadığımız unutulmamalı.
Jacobi Bernoulli’nin “Ars Comjectandi” (Varsayım Sanatı) adlı kitabında formüle ettiği “Büyük Sayılar Yasası” çok yalın anlatımıyla bir değişkenin uzun vadede kararlılık göstereceğini anlatır. Beş kez havaya attığınız para hep yazı yüzüyle yere düşebilir; ayın parayı beş bin kere atarsanız, beklenen ortalama değer yüzde elliyi bulacaktır.
Bernoulli’nin üzerinde yirmi yıl çalıştığı bu teorem istatistikin temel dayanaklarından biri haline gelmiştir. Ünlü matematikçi tamamen şansa bağlı geliştiği gözlenen olay ya da olguların bile belli bir kural ve yasaya uyarak gerçekleştiğine inanmakta ve düşüncelerini şöyle açıklamaktadır:
“Şu andan itibaren sonsuza dek her şeyi gözleyip kaydetseydik( olasılık dediğimiz şey en sonunda kesinliğe dönüşürdü) ve biz dünyada olan biten her şeyin belli bir sebep ve yasa dahilinde gerçekleştiğini ve dolasıyla tesadüf ya da kader gibi görünen şeylerin bile olması gerektiği için olduğunu fark ederdik. Zaten Platon’un evrensel döngü doktriniyle kastettiği şey de buydu; sayısız yüzyıllar geçtikten sonra, her şeyin başlangıçtaki durumuna dönmesi gerektiğini söylüyordu.”
“Yeni normal” ciddiye alınmalı
Albert-Laszlo Barabasi’nin aktardığı gibi, Kennet Wilson Physical Review’deki yazılarında “faz geçişlerine ilişkin teori” öneriyordu. Kadanoff’un ölçeklendirme fikirlerini harmanlayarak “yeni normalleştirme” kavramıyla açıklanan güçlü bir teori haline getirdi. Wilson’un yaklaşımının merkez düşüncesi “ölçek değişmezliğiydi”. Açıklamalarında, kritik eşikte, tekil atomlardan uyum içinde hareket eden milyonlarca özdeş atomun yer aldığı atom kutularına kadar, bütün ölçeklerde fizik yasaları aynen geçerliydi.
İçinden geçtiğimiz büyük dönüşüm döneminde karmaşanın alabildiğine artması, belirsizliklerin neredeyse çaresizliğe dönüşmesi hepimizi ilgilendiriyor. İnsanlık tarihinin gördüğü bu büyük kırılmada “tehlikeli” gördüğüm husus, bazı sorunları kolayca “fetiş” haline getirip, büyük kitleler olarak ciddi “zihinsel sapmaların tutsağı” haline gelmemizdir.
Bizim sapma olarak gördüklerimizden bazılarını sıralayalım:
- Envanter, veri ve net bilgi sorununu gerektiği gibi ciddiye almıyoruz. Hepimiz iyice düşünmeliyiz: Sağlıklı ve net bilgi olmaksızın tutarlı bir kuram geliştirilebilir mi? İşlerliği olan ve amaca hizmet eden bir model kurgulanabilir mi? İşimizi ölçeklendirerek yönlendirmemiz mümkün olabilir mi? Veriye güven olmadan ekonomi yönetiminin temeli olan “güven” yaratılabilir mi? O zaman tam anlamıyla “ulusal sorun” olan sağlıklı veri konusunda neden bir seferberlik ilanı yapamıyor; neden bu konuda ciddi istek ve irade ortaya koymuyor ya da koyamıyoruz?
- Sivil inisiyatifler kendi taleplerini ortaya koyamıyor ve demokratik denetimde çok etkisiz kalıyor: Önce en büyüğünden başlayalım. İktidardaki siyasi partilerin uygulamalarına karşı gerekçeye, hesaba-kitaba dayalı bir anlayışla muhalefet partilerinin “alternatif çözümler” üretmesi aşamasına gelemedik. Yarı-resmi sivil örgütlerimiz de, özel alanlara odaklı olanların da kendi sorunlarına ilişkin ciddi proje üretmesi, kamudan taleplerin uzun dönemli çözümlere yöneltilmesi konusunda olması gereken yerde asla değiliz.
- Zamanın ruhunu okuma konusunda sığlığın tehlikeli batağından çıkamadık: Küresel ölçekte jeo-stratejik, jeo-ekonomik, jeo-politik ve jeo-kültürel eğilimlerin bize olası etkilerini derinliğine araştırmıyoruz; yumurta kapıya gelince çabalarımızı artırınca da büyük bedeller ödüyoruz. Yakın ve uzak çevremizde hükümet kararlarını motive eden etkenler üzerinde kafa yormadan işleri yönetmeye çalışıyoruz. İşgücü hareketlerini derinliğine izlemeden, yeni oluşumların olası etkilerini hesaplamadan aklımıza geleni doğru kabul eden bir sığlık batağındayız. Nüfus hareketleri daha şimdiden ülkemizdeki üretim örgütlenmesini değiştirdi; olup bitenin iç dinamiklerini kavrayarak uzun soluklu stratejiler oluşturamıyoruz. Kültürümüzün geliştirici ve kısıtlayıcı etkenleri üzerinde gerektiği kadar durmuyor; gelişmeye olan büyük etkilerinin farkına varmadığımız için “kültürel ayıklama” konusunda yetersizliğimiz geçim örgütlenmesinin birçok alanını olumsuz yönde etkiliyor. Teknolojinin yarattığı “yeni dalga” üzerinde tartışmaları sistematik hale getirerek, uzun dönemli planlar çerçevesinde güçlerimizi odaklayamıyoruz.
Daha birçok eksiğimizi sıralayabiliriz: Yüzleşme öz güvenimizin yetersizliğini, sistem-odaklı bakış açısı eksikliğimizi, verimlilik-üretkenlik odaklı düşünmenin yarattığı gücü, uluslararası sistemi kavramanın kaynak yönetmedeki etkilerini, iş yapma tarzlarımızı, devlet aklı algısında yaşanan aşınmaları, büyük gücün içerde yaratılacağı gerçekliğinin gereklerini, popülist ve pragmatist uygulamaların ödettiği bedelleri, piyasa kültürünün demokraside yarattığı zaafları, değer üretmeyen kapasitelerin nasıl tasfiye edileceğini daha onlarca temel gelişme dinamiğini “yeni dalganın odağından” bakarak sorgulamıyoruz.
Zihinde çözümünü netleştiremediğimiz hiçbir sorunu sahada etkili çözemeyiz.
Dediklerim “tek doğrudur” deme, zihnimden teğet bile geçmez. Benim doğrularım, sizin beni “ikna edeceğiniz” ana kadar yaşar.