Daha yüksek faiz, enflasyon ve kur, daha düşük büyüme
Geçen hafta Merkez Bankası Başkanı ile ilgili alınan karar sonrasında ekonominin aldığı darbenin kalıcı sonuçları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor.
Yeni kur dengesinin en iyimser tahminle 8.20-8.40 aralığı olduğu görülüyor. Karar öncesinde denge kurunun 7.20 civarında olduğunu varsayarsak (ki o günlerde kurun 7.00’nin altına düşeceğini tahmin eden pek çok analist de vardı), bu yeni kur seviyesi yüzde 15 civarında bir devalüasyon anlamına geliyor. Şu anda hiç kimse de 8.00’lerin altına kalıcı bir düzeltme beklemiyor.
Devalüasyonun enflasyona geçişkenliğinin oranı oldukça tartışmalı bir konudur. Bizatihi devalüasyonun oranı, bunun bir kerelik bir düzeltme mi, yoksa süreklilik arz eden bir değer kaybı mı olduğu ve sonrasında da ekonomi politikalarında nasıl bir yol izlendiği gibi pek çok faktöre bağlıdır. Eğer kısa vadede politika faizini düşürüp yeniden kredilere gaz vermek gibi bir çılgınlık düşünülmüyorsa, TL’deki değer kaybının enflasyona 6-9 ay içerisinde yüzde 20 kadar tesir edeceği oldukça makul bir tahmin olarak görülmeli. Benim sene sonu için önceki tahminim yüzde 12’nin hemen altıydı. Demek ki şimdi sene sonu için yüzde 15’lerden bahsediyoruz.
2021 yılı dünyasında hâlâ yüksek enflasyonun zararlarını açıklamaya çalışmak çok aptalca olsa da kısaca enflasyon (reel faizler en azından bir süre ekside seyredeceği için) tasarruflarını milli parada değerlendirenleri, (cebinde nakiti olan herkesten aynı oranda alınan bir vergi olduğu için) göreceli olarak daha fakir sınıfları ve (anti-enflasyonist bir politikanın mutlaka reel ücretleri düşürme zorunluluğu olduğu için) özellikle daha az vasıflı olan ama tüm ücretlileri etkileyen, aynı zamanda da (denge fiyatlarının oluşumunda bozulma yarattığı için) ekonominin verimliliğini düşüren bir olgudur.
Tabi, devalüasyonla gelen bir enflasyonun bir ülkeyi tümden fakirleştirmek gibi bir etkisi de söz konusudur. Mart sonu itibariyle reel efektif döviz kuru endeksinin son 30 senenin, dolar bazında milli gelirin ise son 20 senenin en düşük seviyelerine gerileyeceği kesin. Bazıları “milli gelire satın alma gücü paritesine göre bakın” diyebilir. Doğru ama kullandığımız pek çok ürünün döviz bazında belirlendiği günümüz dünyasında bu züğürt tesellisinden öteye gitmeyecektir.
Enflasyon beklentilerindeki artışla birlikte devlet tahvili faizlerinde de yüksek artışlar söz konusu oldu. 10 yıllık faizler yüzde 13’lerden 19’lara fırladı. Hazine bu sene toplamda 540 milyar iç borçlanma planlamaktaydı. Ki bu rakam bu sene itfa olacak getirisi endeksli tahviller ve sene içerisinde bütçe açığında hedefin üzerinde oluşabilecek artışlar nedeniyle daha da artabilir. Hazinenin önümüzdeki senelerdeki faiz yükü de giderek artacaktır. Hatırlanırsa 2001 krizi öncesinde de Hazine’nin faiz yükü çok artmış ve sonrasındaki “Güçlü Ekonomiye Geçiş” programında uzun süre yüzde 6,5 gibi çok yüksek faiz-dışı fazla hedefleri konulmak zorunda kalınmıştı.
Bu menfi gelişmeler ister istemez Türkiye’nin bu seneye ilişkin büyüme tahminlerini de etkiliyor. Geçen sene 2. çeyrek milli gelir daralmasının yüzde 10,3 gibi çok yüksek bir oranda olması nedeniyle bu sene aynı çeyrekte güçlü bir baz etkisi göreceğiz. Ancak yükselen faizler ve geçen sene yaratılan suni kredi patlamasının bu sene tekrarlanmasının imkansızlığı nedeniyle yüzde 5’ler civarında öngörülen 2021 büyüme oranı özellikle son 2 çeyrekte beklenen düzelmenin gecikmesiyle yüzde 3’lerde kalabilir. Böyle bir oran istihdamı artırıcı da olamayacaktır. Büyüme ile ilgili 3 tane daha aşağı yönlü riskten bahsedebiliriz: Pandeminin kontrol altına alınmasındaki olası gecikmeler nedeniyle turizm gelirlerinin beklentilerin altında kalması, ABD tahvillerindeki yükselişin devam etmesi ve nette ithalatçısı olduğumuz emtia fiyatlarındaki artışlar.
Her şartta zorlu bir sene daha bizi bekliyordu. Ama şimdi işimiz daha da zor. Bu noktada en azından dış politikamızda müttefik ve komşularımızla daha uzlaşmacı bir politika izlemek orta-uzun vadeli riskleri azaltıp, beklentileri bir miktar olumluya çevirebilir.