Cumhuriyetin yüzüncü yılında sanayi ve ihracat
BURAK ÖNDER
Bugün Türk sanayisi ve ihracatının en büyük problemi nelerdir diye sorsak, alacağımız cevaplar; katma değerli üretim eksikliği, orta-yüksek teknolojili ürünlerin üretiminin sanayi ve ihracatın içinden aldığı payın az olması, kilogram başı ihracatımızın düşük olması, AR-GE kültürünün istenilen ölçüde gelişmemesi, inovasyon noktasındaki eksiklikler, tasarım yeteneğimizin hala sınırlı olması, global anlamda markalaşma konusunda yetersiz kalmamız gibi cevapları alacağımızı tahmin ediyorum. Bunları gerek ekonomistlerden gerekse iş dünyası temsilcilerinden sıklıkça duyarız.
Ülkemizde üretici ve ihracatçı firmalarımıza en büyük sorununuz nelerdir diye sorsak alacağımız cevaplar ise, finansmana erişimdeki zorluklar, kurdaki dalgalanmalar, faizlerin yüksek olması, enflasyonun yüksek olması, nitelikli eleman ve eleman bulamama sorunu, enerji maliyetlerinin yüksek olması, Euro-Dolar paritesinin düşük olması, hammaddeye ulaşımdaki zorluklar gibi cevaplar alacağımızı düşünüyorum. Cevaplara bakarsak haksız olduklarını da söyleyemeyiz.
Peki, siyasetçisinden gazetecisine, sanayicisinden ekonomistine herkesin ezbere söylediği; nedenlerini bildiğimiz sorunlarımıza neden çözüm üretemiyoruz? Aynı konuları kaç yıldır konuşuyoruz? Kaç senedir aynı sorun ve aynı teşhislerin etrafında dönüp duyuyoruz? En azından kendi öznel yaşamımda, iş hayatına girdiğimden bu yana aynı sarmalın etrafında dönen sorunlar silsilesini duyuyorum. Devamlı patinaj çekme durumu. Sorunlarımıza yüzeysel bir bakış açısı yerine, konuyu tarihsel, kültürel, sosyolojik ve hatta antropolojik birçok yönüyle ele alınmasının, sorunlarımızın kalıcı çözümü için önemli olacağını düşünüyorum. Bana öyle geliyor ki, mevcut kurumlarla, mevcut kavramlarla, mevcut olan anlayışla bu sorunları çözemeyeceğiz. Yeni kavramlara, yeni kurumlara, yeni bir anlayışa ve yeni bir bakış açısına ihtiyacımız var.
Bildiğimiz sorulara neden cevap bulamıyoruz?
Aslına bakarsanız sanayi ve ihracat bir kültür... Biz ülke olarak sanayi ve ihracatta dünyadaki rakiplerimize göre görece yeni bir ülkeyiz. Bu konuda uzman olmadığım için büyük harflerle konuşmak istemem, fakat tarihsel açıdan baktığımızda Osmanlı zamanında uluslararası ticaretle uğraşanlar büyük oranda Rumlar, Ermeniler ve Yahudi komşularımızmış. Türkler daha çok tarım ve hayvancılıkla ilgilenirmiş. Galiba bu nedenle, Batılı rakiplerimiz 15. kuşak işine devam ederken, bizde en büyük holdinglerimizde 3. kuşak işin başında olduğunu görüyoruz. Bir aile düşünün 15 kuşaktır ticarete devam ediyor. 15 kuşaktır yapılan hatalar, yaşanan aksaklıklar, savaşlar, kaoslar, krizler ve bunların yanında yapılan iyi işler, başarılar gibi bilgi, birikim, tecrübe kuşaktan kuşağa size geliyor. Muazzam bir tecrübe birikimi tabi. Bunu söylerken meseleyi bir gecikmişlik gibi göstererek, gerçeklerden kaçıyormuş gibi anlaşılmak istemem. Bir gecikme söz konusu olsa da, nesiller arası bu birikimi kaliteli yapmamız gerektiğini de ayrıca vurgulamak isterim.
Tasarım, inovasyon, Ar-Ge
Bunun yanında bence meselenin antropolojik yanları da var. Mevzuya antropolojik olarak baktığımızda; içinde bulunduğumuz süreçlerin göçebe bir toplum olmamızla da bağlantısı var gibi. Yaklaşık iki yüz bin yıllık insan hayatını göz önüne aldığımızda bana öyle geliyor ki yerleşik topluma geçişimiz yeni bir süreç. Yerleşik hayata geçiş bir süreç yani zaman işi. Biz artık burada yerleşik hayata geçtik dediğimizde yerleşik hayata geçmiş olmuyorsunuz. Göçebeliğin kalıntıları hala devam ediyor. Bir örnekle temellendirme gerekirse, yaklaşık bin yıldır bu topraklarda yerleşik olarak yaşamamıza rağmen daha yeni yeni şehir yapmayı öğreniyoruz. Evet, bizde bu işler olması gerekenden yavaş ilerlese de, anlatmak istediğim bu bir süreç işi. Bugün Batı’nın daha estetik şehirler inşa etmesinin, alt yapılarının daha iyi olmasının, mimariye, estetiğe, sanata daha çok önem vermesinin bir yönü de yerleşik toplum olmalarından kaynaklandığını düşünüyorum. Muhtemelen tasarım, inovasyon, ARGE gibi konularda öncü olmalarının nedeni de bu olabilir. Bizde gördüğüm bazı sorunların temelinde de bozkır göçebesi olmamıza bağlıyorum.
Tarihsel açıdan baktığımızda ise, Batı’da rönesans ile başlayan, matbaanın icadı ile devam eden, silah üretimin gelişmesi, rüzgâra dayanıklı gemilerin yapımı, coğrafi keşifler kronolojisinin getirmiş olduğu sanayi devrimi ve teknolojik gelişmeleri kronolojik olarak sıralayabiliriz. Çin’in büyük bir sıçrama yaparak gelmesine rağmen, Batı hala yüksek teknoloji ürünlerin üretiminde, Ar-Ge’de, inovasyonda, markalaşmada lider konumda.
Peki, konuşmalarda fazlaca süblime ettiğimiz Batı’yı ‘’büyürken geliştiren’’ şey uygulamış olduğu siyaset ya da ekonomisi miydi? Evet, 19.yy’da İngiltere’de sanayi devrimi ile bilimsel ve teknik gelişmeler arttı ve şehirleşme hızlandı. İngiltere başta olmak üzere Batılı ülkelerin refahı arttı. Fakat kök nedene indiğimizde Batı’yı bugünkü Batı yapan en önemli etken rönesans ve rönesans sürecinin getirmiş olduğu modern matbaanın icadı oldu. Matbaa sayesinde üretilen kitap miktarı arttı, pahalı olan kitap (el yazması) fiyatları ucuzladı, bilgiye ulaşmak kolaylaştı, eğitim imkânları genişledi, bilimsel ve kültürel ilerlemenin yayılması hızlandı, geniş kitlelerin kitaba ulaşması mümkün hale geldi, toplumda okuma yazma oranı arttı, gazete ve dergi gibi yayınlar ortaya çıktı. Bizim topraklarımıza matbaa yaklaşık 270 yıl sonra geldi. Bu çağda internetin iki yüz yıl geç gelmesini hayal edersek, gecikmenin kültürel, sosyal, ekonomik etkilerini daha iyi tahayyül edebiliriz. Jared Diamond’un Çöküş eserinde söylediği gibi geçmiş bize başarılı olmak için dersler çıkarabileceğimiz bir veri tabanı sunuyor. O yüzden süreçlerimizi muhakkak tarihsel perspektiften de incelememiz gerekir.
Daha önceki yazılarımda büyüme ve gelişme arasındaki farkı yazmıştım. Asıl olan mevzu, büyümekten daha öte büyürken gelişmektir. Sanılanın aksine, Batı ülkelerinin gelişmişliğinin kök nedeni siyasi ya da iktisadi faaliyetleri değildir. Tabi ki bu süreçlerinde ülkelerine katkıları olmuştur. Fakat gelişmiş ülkelerin kök etkilerine baktığımızda kültürün yani sanatın, edebiyatın, felsefenin, romanın, eğitimin izlerini görürüz.
İçine kültürü, edebiyatı, sanatı, felsefeyi, romanı, bireyi içine alan bir eğitim
Yani sorunlarımızın kök nedeni, Ar-Ge’de, inovasyonda, markalaşmada, faizde, kurda değil. Zaten bu kavramlar neden değil sonuç. Söylediğim gibi mesele sanıldığından daha derinde. Burada Türkiye’nin önemli değerlerinden sosyolog Besim Dellaloğlu’nun Poetik ve politik kitabından alıntı yaparak devam etmek isterim. Kendisi mealen şöyle söyler; Sanayi ve ihracattaki beklenen kaliteli gelişme, ekonomik gelişmişliğin getirdiği bir süreç olmayacak. Bir başka değişle uygulamamız gerek süreç ve önceliklerimiz önce politika, sonra ekonomi sonra kültür değil. Daha derinlere inmemiz gerekir. Klasik bir söylemle “eğitim şart’’ demeyeceğim. Eskiler maarif derdi. Maarifin bugün ki karşılığı eğitim gibi anlaşılıyor fakat, maarif sadece eğitim demek değildir. Maarif içine kültürü, edebiyatı, sanatı, felsefeyi, romanı, bireyi içine alan bir eğitim demektir.
Lakin maarife yatırımı siyasetçilerden beklemek hayal olur. Orta vadede sonuçları alınabilecek bu entelektüel yatırımı beş yılda bir seçime giren siyaset kurumundan beklemek rasyonel olmaz. Bunu siyasetçilerden ısrarla hep birlikte istemeliyiz. Siyasetçiler karşımıza geldiğinde onlardan enerji fiyatlarında indirim değil, onlardan kömür ya da makarna değil; onlardan çocuklarımız için kaliteli bir maarif sistemi istemeliyiz. Bu da tek başına yetmez. İş dünyasının da bu işin bir parçası olması gerekir. Burjuvazi bizim topraklarımızda yanlış anlaşılmış kavramlardan biridir. Yetiştiği topraklar itibariyle Avrupa’da burjuvazi sadece iktisadi bir kavram değildir. Yani burjuva terimi cüzdanın kalınlığı ile alakalı bir olgu değildir. Burjuva eğitimli ve kültürlü olmalıdır. Aslına bakarsanız Türkiye’de bağımsız bir burjuvazi olmaması da tarihsel sorunlarımızdan biridir. Yaptığı katma değerli işler kadar, içinde yaşadığı topluma katkıda bulunacak eğitimi, sanatı, felsefeyi, edebiyatı, eğitimi destekleyecek burjuvamız olmadı. Üçüncü kuşağa geçebilen iş dünyası temsilcilerinin de içinde yaşadığı toplumuna bu yönüyle katkıda bulunması, yaratılmak istediğimiz ekosistem için çok ama çok önemli olacaktır.
Eğer ekonomik sıkıntılarını aşmış, sanayide katma değerli üretim yapan, kilogram başı ihracat değeri yüksek olan bir ülke olmak istiyorsak; eğer milli gelirimizin en azında otuz bin doların üstüne çıkmasını istiyorsak, önce siyaset, sonra ekonomi, sonra kültür diyemeyiz, dememeliyiz. Aynı Batı’da olduğu gibi önce kültürü içine alan eğitimi, daha sonra güçlü ekonomiyi ve sonra dünyada etkin siyaseti inşa etmeliyiz.
Bu yazımda Batıya çok fazla atıfta bulunduğumun farkındayım. Sizin de bildiğiniz üzere, karşılaştırma olmadan tespit yapabilmek mümkün olmuyor. Dar bir batı taklitçiliğine ve aynı zamanda dar bir batı düşmanlığına da mesafeliyim. Dünyayı gözlemleyerek, iyi anlayarak, kendi değerlerimizle kendi hikâyemizi yazabileceğimize inanıyorum. Türk İş dünyası olarak cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında kur, faiz, enflasyon sarmalı yerine, yeni konuları konuşup, yeni kavramları üretip ve dünyaya her anlamda katkı veren vizyonu ortaya koymalıyız. Yüz yıllık cumhuriyet yolculuğumuzdaki savaşlardan, krizlerden, kaoslardan, hatalarımızdan çok iyi dersler çıkarmalıyız. Bunu yapabilir miyiz derseniz, düşünürsek, akıl edersek, gayret edersek üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir problemin olmayacağını düşünüyorum.