Covid-19 ve ekonomi(ler)imiz…
Son bir aya yakın zamandan beri koronavirüs (Covid-19) ile yatıp yine onunla kalkıyoruz. Koronavirüsü ile yatıp kalkıyoruz deyince aklıma bir yaşanmış anekdot geldi.
Benim Erzurumlu olduğumu bilenler çok iyi bilir. Rahmetli Naim hocamız da (Naim Gölleroğlu) Erzurumlu idi. Bizim dükkanımız ile onun 3 kişinin ayakta durabildiği 2 metrekarelik (şaka yapmıyorum) sarraf dükkanı yan yana idi. Açıkçası çocukluğumuz oralarda ve onunla geçmişti. Ankara’ya her gelişinde de görüşürdük.
Naim hoca bir ramazan günü Teravih Namazı’nı kıldırıyor, mahfilde de hanımlar bulunuyor. Ama mahfilde hanımların ve çocukların gürültüsü cemaati rahatsız ediyor. Bunun üzerine Naim hoca selamını verip arkaya dönüyor, mahfile bakıyor ve diyor ki “muhterem hanımlar bundan böyle benimle yatacaksınız, benimle kalkacaksınız”.
Şimdilerde biz de korona ile yatıp korona ile kalkıyoruz…
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından salgın (pandemi) olarak tanımlanan korona belasının insanlık alemi için çok ciddi bir sağlık riski oluşturduğu malum. Devlet yapılanmaları ve işleyişi için yeni bir sorgulama alanı oluşturduğu kesin. Toplum hayatının ve sosyal dayanışmanın şifrelerinin hatırlandığı ve en azından yeniden oluşmaya başladığı ortada. Hepsinden de öte ekonomilerin çok ciddi zarar gördüğü açık.
Gerçekten de ekonomi gerçeği, kimilerini ve kimi sektörleri tehdit ederken ve hatta yok ederken, karşılığında kimilerini ve başka sektörlere de fırsat olarak doğuyor.
Ama bu sefer durum başka… Herkese ve her kesime tehdit olarak ortaya çıkıyor.
Tüm dünyanın ekonomisi zorda, hem de bugüne kadar görülmemiş şiddette ve büyüklükte. Ne 1929-30 dünya ekonomik buhranına benziyor, ne de dünya savaşları sonrasına benziyor.
Bütün varlıkların değeri sil baştan yazılıyor. Yani işletme varlıkları ile kişisel varlıkların yeni değerleri ile karşı karşıya kalacakları anlaşılıyor. Bu değerlerin de aşağı yönlü olacağına kesin gözüyle bakılıyor. Örneğin; daha önce 1 milyon dolar eden bir taşınmaz ya da 200 bin dolar eden bir çekici için yeni değerler oluşuyor.
Özellikle ekonomik ve teknik tarım ve teknoloji başta olmak üzere; sağlık, bakım, güvenlik ile ilgili sektörler için yeni fırsatların ortaya çıkacağı ifade ediliyor. Dolayısıyla bazı sektörlerin cazibesini yitireceği ve hatta yok olmaya doğru gideceği anlaşılıyor.
Küreselleşmeye bağlı olarak şirketlerin üretim merkezlerini, satış noktalarını, yönetim yerlerini çeşitli ülkelere dağıtmasının; ortaya çıkan bu durum karşısında ne kadar ciddi sorunlara davetiye çıkardığı sorgulanmaya başlıyor. Gerçekten de dünyanın dört bir yanına dağıtılan üretim, satış, yönetim, dağıtım sistemleri resmen çatırdıyor.
Donald Trump ile pratiğe yansıtılan Çin ile ticaret savaşları, AB’ni yoklama çabaları, Rusya ile taşeron üzerinden güç yoklamaları, Suudi Arabistan üzerinden yapılan petrol savaşları da dünya ticaretinin liberalizasyonunun ciddi tehditleri olarak ortaya çıkıyor.
Dünyada değişmeye başlayan iş yapma biçimlerinin giderek daha da netleşeceği ve bu salgın sonrasında yeni mecralara gireceği anlaşılıyor. Bu denli ileri teknoloji sayesinde firmaların, insanların evlerinden çalışmaları, esnek çalışma saatlerini seçmeleri, yüz yüze temas yerine sanal ortamda iletişim kurmaları gündeme geliyor.
Demokrasi ortak paydasında gelişme kaydeden ve kalkınmasını tamamlayan ülkelerde vahşi kapitalizmin sistemi içten içe kemirdiği gözleniyor. Bu noktada karşıt sesler yükseliyor ve sosyal politikalar daha gerçekçi şekilde dillendiriliyor.
Böyle bir gelişme, ister istemez, beraberinde devletin ya da geniş anlamda kamu kesiminin yeniden tanımını gündeme getiriyor. Olağanüstü koşullara, felaketlere ilişkin senaryoları olmayan, halkını sokak ortasında ve duvar diplerinde bırakan devletin yeniden tanımını ve işleyişini zorunlu kılıyor.
Ne yazık ki bu gelişmelerin, Türkiye ekonomisini çok daha sert ve olumsuz etkileyeceğe benziyor.
Uzun yıllardan beri sanayi üretiminde hamlelerin yapılamadığı, katma değerli ürüne yönelemediği, bütün kaynakların inşaat sektörüne hoyratça ve plansızca aktarıldığı, rant ekonomisinin cazibesini koruduğu, kayıt dışılığın ve kanun dışılığın adeta reflex haline geldiği, gelir dağılımından çok daha öte servet dağılımının giderek bozulduğu, özellikle de kamu bütçesinin kalmadığı, vergilerin adaletsiz olduğu ve hatta toplanamadığı bir ekonomi ile karşı karşıya olduğumuz ortada. Oysa çok sık değindiğimiz gibi ekonomi, “…mış gibi” yapmaya gelmez; ekonominin kanunları acımasızdır.
Dünyanın güçlü ülkeleri ve önemli iktisatçılar, bu küresel salgın felaketinden kurtuluş için ekonomilerin milli gelirinin en az onda birinin ve hatta beşte birinin kaynak olarak ayrılmasını öngörüyor.
Bu ölçü, bizim ekonomimiz için en az 75 milyar dolar kaynak yaratılması anlamına geliyor. Oysa ilk ağızdan kaynak olarak ifade edilen ve henüz harcanmayan 100 milyar lira yaklaşık 15 milyar dolara tekabül ediyor. Ki hem formülasyonu ve hem de tutarı yetersizdir.
Devletimizin daha çok yapacağı ve yapmak zorunda olduğu işler vardır!...