Contemporary Istanbul ve Ferhan Şensoy

Kerem ÖZDEMİR
Kerem ÖZDEMİR KEREM İLE İŞİN ASLI

Sanat, ulusların aynasıdır. Contemporary Istanbul’un metrekare fiyatı ile yazmaya başladığım yapısının bilet fiyatı tartışması ile sürdüğünü görmek, bu aynanın ekonomi ile çevrelendiğini gösteriyor. O zaman Ferhan Şensoy’un bilet fiyatı politikasına bir bakalım. 

Contemporary Istanbul ile ilgili izlenimlerimi toparlamayı planladığım bu ikinci yazımın öncesinde başlayan bilet fiyatı tartışması, kurguyu değiştirmemi gerektiriyor. Türkiye’nin yetiştirdiği önemli sanatçılardan Ferhan Şensoy’dan bahsetmek zorundayım. Benim üniversitede okuduğum yıllarda Şensoy’un başında olduğu Ortaoyuncuların oyunlarında öğrenci bileti yoktu. Bu uygulama eleştirildiğinde Şensoy, kendilerinde kademeli bilet fiyatı uygulaması olduğunu söylemişti. Öğrenci arkadaşların ucuz bilet alabileceğini ancak bu biletlerle balkondan oyun izleyebileceklerini ifade eden Şensoy, biraz daha yüksek ücretle salonun arka koltuklarına da bilet sattıklarını anlatmıştı. Şensoy, öğrenci bileti ile en önde oturmak istemeyi de doğru bulmadığından bahsetmişti.

Ancak Şensoy’un anlattıkları arasında daha büyük tartışma yaratan çarpıcılıkta bir sözü de vardı: bilet almaya kapıcılarını gönderiyorlar. Bunu kapıcıları aşağılamak olarak yorumlayıp kıyameti koparanlar bir yana, Şensoy’un asıl anlatmak istediği güme gitti: Tiyatro izleyicisi, kimin ne yaptığını takip etmeden “akşam bir yere gidelim” mantığıyla bilet aldıran bir kitleye dönüşmüştü. Bunun sonucu, Ferhangi Şeyler ilgi görürken orkestra ile sahnelenen Yorgun Matador’un gişe yapmamasıydı. Bu acıklıydı çünkü sanatçının ileri adım atmasını engelliyordu. 

İyi işin alıcısı yoktu; insanlar sosyal hayatın parçası olarak dışarıda geçirdikleri zamanı harcamak için tiyatroya gidiyorlardı. Yine de bir şeylerin tortusu kalıyor muydu? Tabii ki kalıyordu ancak bizi ileri taşıyacak bir şey çıkmıyordu.

Bu durum, zamanın Başbakanı Turgut Özal’ın alkışladığı ancak Banker Kastelli’nin tiyatrolarının olduğu binayı başka bir proje için satın almasıyla kapanmak zorunda kalan Devekuşu Kabare için de geçerli. Metin Akpınar, 30 seneye yakın süredir yemek masalarında tiyatro yaptığı için bu kiloda olduğunu istihza ile anlatıyor. Kafa TV’de, birikimleri olmasa, 10 bin 400 liralık emekli maaşı ile sürüneceğini söyleyen Akpınar’ın bu maaşla bin 400 lira bilet parası ödeyip bu etkinliğe gitmesinin de mümkün olmadığını söylemeye gerek yok. 

Ülkemiz giderek daha büyük ölçüde bir askıda simit ekonomisine gömülüyor. 2019 sonunda fiyatı 1,75 lira olan simidin fiyatının Ocak 2020 itibariyle 2 lira olurken büyük tartışmalar kopmuştu. O dönemde dikkatimi çeken, bu tartışma sürerken pastanelerin açma/poğaça fiyatını çaktırmadan yukarı çekmesi olmuştu. Simit tartışılırken kendisini unlu mamuller diye adlandırmaya başlayan eski fırınlar da bu üst fiyattan oyuna katılıyordu. Şimdi simidin fiyatı 15 lira ve seyyar tezgâhlarda “askıda simit bulunur” yazısı ile karşılaşıyorum. Türkiye artık bu yüksek fiyat ve “askıda” uygulamaları ile döndüğü için, erişilebilirlik tartışması da garip bir hale geliyor.

Bu da benim gibi insanların, gündeminde olmayan Contemporary Istanbul’u VIP ön izleme gününde görmesi gibi bir durum yaratıyor. Bunun sizler için yazdığım yazıların ayrıntı kalitesine katkıda bulunduğu kesin ancak ekonomimizin geldiği nokta ile ilgili düşündürdükleri çok daha değerli. Buradan devam etmeden önce, yoksul ve gururlu olduğumuz günlerden bir örnekle bizim bu işleri nasıl hallettiğimizi anlatmak isterim. Büyük tiyatro insanı Muhsin Ertuğrul, vapurlarda birinci ve ikinci mevki uygulamasının geçerli olduğu dönemde tiyatronun yaygınlaştırılmasına yönelik bir düşünce oluşturuyor. İkinci mevkideki yolcuların birinci mevkide oturtulması durumunda bile, kılık kıyafetlerinin farklı olmasından rahatsız olacaklarını anlayan Ertuğrul, insanlarla tiyatro arasında bağ kurma konusunda farklı bir modelli ortaya çıkarıyor. Tiyatroyu yoksul ya da daha alt gelir grubundan insanların ayağına götürmeye dayanan Şehir Tiyatroları projesi böylece ortaya çıkıyor. Tiyatro, ilçede ya da mahallede karşılaşılan bir şeye dönüşüyor. Bunun sonucunda bizim gibi memur çocukları da tiyatro ile tanışıyor. Bu sayede, Arthur Miller’in Kadıköy Anadolu Lisesi’nde okuduğumuz All My Sons (Hepsi Oğlumdu) ilçemizdeki Halk Eğitim Merkezi salonunda sınıf olarak izleyebiliyoruz. Her ayın 21 ya da 22’sinde Şehir Tiyatroları’nın biletleri Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin gişesinde satışa sunulduğunda bilet bulabilmek için ilk vapurla Beşiktaş’a geçip sıraya giriyoruz. Ve daha sonra elimiz ekmek tuttuğunda Okan Bayülgen’in Richard’ını ya da Ali Poyrazoğlu’nun Asi Kuş’unu izlemeye gidiyoruz.

Öğrencilik yıllarımda Ortaoyuncular’da balkondan bilet alıp izlediğim çok oldu. Kar yağan bir yılbaşı, salon tam dolmadığı için balkondaki izleyicileri salona davet ettiler. Balkondan sahnedeki her şeyi çok iyi gördüğüm için istediğim bir şey değildi ancak aşağıya inince asıl oyunun orada olduğunu fark ettim. Yukarıdan bakarken sahnenin üzerindeki işaretler, ışık ve oyuncuların hareketlerini takip edebiliyordunuz. Ancak aşağıda olunca, oyunu cepheden görüyor ve kendinizi oyunun içinde hissediyordunuz. Bu bizi başka bir tartışma noktasına getiriyor.

Sanatın dönüştürücü gücüne sahip olmak

Gençlerin balkonda değil salonda oturmasını sağlamak, bu yazının yazılmasının bir gün öncesinde kutladığımız Cumhuriyet Bayramı’nın anlamını tam olarak önümüze koyuyor. Buradaki konu, dijital sanatın benimsetilmediği gençlerin Türkiye’yi dijitalleşen dünyada hak ettiği yere taşımak için yeterli güce sahip olmayacak olması. Ya da şöyle söyleyeyim: Türkiye’nin dijital dünyada hak ettiği yere gelmesi için gençlerinin dijital sanatı kavraması gerekiyor. Gençler derken, “10 yılda 15 milyon genç” ifadesindeki gibi her yaştan gençleri kastediyorum.

Bir önceki yazımda etiket fiyatı 78 bin euro olan dijital sanat eserinden bahsetmiştim. Bu, klasik elektronik devreler ile yapılan bir çalışmaydı. New York’taki Bitforms Gallery’nin standında gördüğüm diğer iki eserden de bahsetmek istiyorum. Bunlar dijital eserlerdi ve tanımlamaları da farklıydı. Quayola’nın 2021 tarihli eseri Storm #4, sekiz dakika 49 saniyelik çevrim ile dönen bir dijital sanat eseriydi. Yatay yerleştirme ya da oryantasyon özelliğinin yanında boyutlarının değişken olduğu ifade edilen eserin etiketindeki diğer bilgiler, renk ve sesten oluşan video içerik olduğu ve medya oynatıcı ile ekranı da kapsayan bir paket olduğuydu. Paket derken, satışa sunulan paketin içinde ekranın bulunmadığını ifade edeyim. Bu şekildeki ekran hariç fiyatı, 28 bin euro olarak belirlenmişti.

Marco Brambilla’nın renk ve sesten oluşan 2023 tarihli 8K video eserinin değişken boyutlardaki farklı ekranlarda sergilenebileceğinin yanında yatay ya da dikey ekran formatını da desteklediği kaydediliyordu. 3 dakika 15 saniyelik King Size adlı bu dijital sanat eserinin de ekran hariç fiyatı, 128 bin euro olarak listelenmişti. 

Bazı isimler de aklınızda kalsın isterim. Sanat eserlerinin arasında, labirentte ilerlerken karşılaştığım etkileyici çalışmalardan biri, Ahmet Rüstem ve Hakan Sorar’ın tarihe hareket ve canlılık kazandıran dijital sanat eseri oldu. 

Bir diğer çarpıcı çalışma, Erdal İnci imzasını taşıyan Kariye Camii adlı eseri oldu. Dijital olanakların kullanıldığı bu çalışma, Hıristiyanlığın en eski kiliselerinden biri olan ve bizim bugün cami olarak konumladığımız Kariye’nin (Cora), içindeki rölyefleri dış cephenin üzerine taşıyordu. Bu şekilde tek kanallı video döngüsü olarak dijitalleştirilen görüntüler aynı zamanda öyle değerli bir veri sağlamıştı ki İnci, özel yapım alüminyum çerçeve içinde CNC kesim ve arşiv dijital baskı kullanarak fiziksel bir sanat eseri de üretmişti.

Beni etkinliğe davet eden ve etkinliğin ekran sponsoru olan LG Electronics’in standında biraz önce bahsettiğim Quayola’nın eserlerine ve biyografisine yer verilmişti. Gerçek ve sanal ya da eski ve yeni gibi birbiri ile tezat oluşturan kavramları güncel teknoloji ile bir çoksesli (kanonik) yeniden görselleştirme ile hibrit kompozisyonlara çeviren Quayola’nın çalışmasını ilgiyle izledim. Bunun iki nedeninden biri, modelin işlemesinin eşyanın interneti (IoT) sistemi tasarlamaya çok benzemesiydi. İkincisi de, İTÜ’de dijital işaret işleme dersinde analog işareti örnekleyerek dijitalleştirme modeli ile birebir aynı yöntem olmakla birlikte, bizim 1980’lerin sonundaki durumumuzdan ileriye doğru kat edilen muazzam gelişme sayesinde muazzam sonuçlar ortaya çıkmıştı. Okul bittikten sonra medyada çalışırken öve öve bitiremediğimiz ogg tarzı gerçek ses formatlarının daha gelişmişi, herhangi bir resmi yağlı boya tabloya dönüştürecek kalitede bir uygulama olarak karşımda duruyordu. Müthiş.

Sanat sadece sanat değildir

Bütün bunlar sadece dijital teknolojileri kullanan sanatçıların kendilerini daha iyi ifade etmesi ya da muazzam çalışmaların sizde duygu yoğunluğu yaratması ile ilgili değil. Geleceğin dünyasını kuracak bilim, teknoloji ve pratiği de burada gördüğümüz “şeyler” sayesinde hayat buluyor. Bunu anlatmak için kenarda kalması dolayısıyla çok fazla dikkat çekmediğini düşündüğüm bir esere işaret etmek istiyorum. Ouchhh imzasını taşıyan bu çalışma, uzaydaki ilk yapay zekâ verisi uzamsal boyaması olarak niteleniyor. (Sanat veya bilimden anlayanlar lütfen bu çevirimi düzeltsin) Doğumdan gelen adı Ferdi Alıcı olan Ouchhh’un çalışmasının açıklamasında dikkat çekici olan not, sanatçının bu çalışmayı CERN ile işbirliği içinde ortaya çıkarması. Açıklama uzun olduğu için hepsini aktarmayacağım ancak 37,2 trilyon hücrenin verisinde yolculuğa dayanan eserin arkasındaki soru çok çarpıcı: Yapay zekâyı kullanarak insanlığın sanatsal bir otoportresini yaratabilir miyiz? CERN’in Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi olduğunu hatırlatıp konuyu araştırmayı size bırakayım.

Ancak şunu da eklemem gerekiyor: Türkiye İş Bankası’nın Atatürk Vizyonuyla Gelecek Yüzyıla Bakış Konferansı’nda konuşmacı olarak yer alan Dr. Gökhan Hotamışlıgil, karaciğerin içine doğru bir araştırma sürecinde görüntüleme konusunda dijital sanatçı Refik Anadol ile birlikte çalıştıklarını anlattı. Yüksek çözünürlüklü görüntüleme çalışmalarının bir seferinde 40 terrabayt civarında veri oluşurken bilimin önünü açan çalışma aynı zamanda bir sanat eseri niteliği taşıyor. 

Bu yeni dalgayı yakalamak için yapılması gerekenlere ışık tutması açısından bu yazının bir rol oynamasını umuyorum. Bilim insanları ve sanatçılara akıl verecek noktadan çok gerideyim ancak satın alamayacağı simidi insanlara askıda sunmaktan fazlasını yapmak gerektiğini herkesin anlamasını umuyorum.     

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Ben yapay zekâ olsam… 18 Kasım 2024
Sanat gülmek içindir 28 Ekim 2024