Cem Karaca 75 yaşında!
Cem Karaca yaşasaydı, geçtiğimiz 5 Nisan’da 75 yaşında olacak; bizim tanışıklığımız ise 45. yılına girecekti. Doğum günü vesilesiyle onu, 1992 yılında “Nerede Kalmıştık?” albümü çıktıktan sonra Dünya Gazetesi’ndeki odamda yaptığım söyleşiden kimi satırlarla anmak istiyorum:
“Nerde Kalmıştık derken ismini önce düşünmedik. Kaset çalışmaları yürürken baktık ki sound’ta bizim 70’li yıllarda kullandığımız Hammond org, bol davul atakları, akustik gitar, elektro gitar, bas gitar… Öyle bir sound var. 70’li yıllarda yaptığımız sound’u bugünkü teknolojinin getirdiği imkânlarla gerçekleştirme yoluna gittik. Şarkılarda bir nostalji yok, ah nerde o eski günler gibi bir şey yok, zaten ben karşısındayım o duygunun. Yani geçmiş geçmiştir. Geleceğe bakalım.”
“Cahit (Berkay), Uğur (Dikmen), ben; üçümüz, o kadar uzun yıllar beraber çalıştık ki… Müzik geçmişimizi teker teker alt alta yazıp topladığınızda yaklaşık yüz seneyi falan buluyor. Üçümüzün de beyni aynı, müzik söz konusu olduğunda aynı noktadan bakıyoruz. Dolayısıyla fazla bir tartışma gereği bulmadık. Meselâ Cahit’in albümde iki bestesi vardır; bana getirdi, sözlerini yazdım, düzenlemelerini Uğur’la birlikte kotardılar. Meselâ ben teybin düğmesine basıp gitarla bir beste yapıyorum. O şarkının orkestrasyonu için gerekli armoni bilgisine sahip olmadığımdan yalnızca şarkıyı söylüyorum. Ondan sonra üçümüz bir araya geldiğimizde anında şekillendiriyoruz. Yani benim burası böyle olsun, şurası şöyle olsun gibilerinden bir şey söylememe gerek kalmıyor. Çok rahat bir çalışma oldu, aşkla çalıştık diyebilirim.”
“Bu albümde doğal çaldık. Lâkin dünyanın hiçbir davulcusu bir kompüter kadar mükemmel çalamıyor, bu bir gerçek; ama o kadar mükemmeliyet de insani yönünü yok ediyor. İnsanlar küçük, küçümen hatalar yapar. Onlar müziği biraz sakatlar, müzikal bir şey değildir, ama o, saniyenin bilmem kaçı kadardır. Bence müziğe de inandırıcılık katar.”
“Ben, bugün şiir lezzetinde değilse bile şiire çeyrek kala kalitede şarkı sözleri yazdığımı umuyorum. Çünkü, Türkçeyle yani anadilimle ilişkim çok iyi. Ama, anadilimle haşır neşir olmak bir yönden yeni yeni imgeler oluşturmayı getirmiyor. Dünyada söylenmemiş laf yok. Kasetten bir örnek vereyim, A yüzünün ikinci şarkısı ‘Islak Islak.’ Bizim insanımız hep kaderden ve felaketten yakınır durur. Oysa ben orada ‘Ben bu feleğin tekerine çomak sokarım” diyorum. Sanıyorum ki bu, yeni bir imaj. Belki yeni söylendiğini söylemek çok iddialı olacak, ama az söylenmiş bir söz. ‘Felek ah sen bana neler ettin kambur felek, geldin işte iflahımı kestin’ gibi laflar edilirken ben bu kez feleğin çarkına çomak sokmayı buluyorum. Arkadaşlarımızın ürettiklerinden, onlardan daha kötü yazmıyorum. Bu nedenle de niye yazmayayım ki diyorum. Zaten edebiyatı da seviyorum.”
“Sesim, benim amacım değil, aracım. Sesim kısılırsa kısık sesle söylerim. Çünkü, ben güzel sesli bir şarkıcı olmak değil, iyi bir şarkı söyleyen bir şarkıcı olmayı hedefledim. Belki gün gelir sesim çok kötü çıkar, ama sonuçta Rod Stewart ya da Joe Cocker gibi pırıl pırıl bir ses değil zaten; dediğim gibi Pavarotti olmak niyetinde değilim. Şarkılarımı söylerim, söyleyemezsem başkasına söyletirim. Yani benim müzikte olan alışverişim, sanatla olan alışverişimde bir araç.
Beynime bir şey olursa ondan daha çok korkarım. Beynim üretemez hale gelirse, üstelik beynimin kalan hücreleri de bunun ayrımına varacak kadar güçlüyse işte o zaman çok kötü olur.”
Siz, birkaç paragrafını okudunuz, uzun bir söyleşiydi. 12 yıl sonra onu, 2004 yılının 5 Şubat’ında kaybedecektik. Cumartesiydi, otomobilin radyosundan duymuştum… Kenara çekmiş, yüreğimdeki yanışı soğutabilmek için bütün camları açıp dakikalarca beklemiştim… Senelerdir iyileşmedi o duygu… O günden bugüne yokluğu ara ara kendini hissettirdi; bir çizik, ince bir sızı olarak varlığını duyumsattı…
Neredeyse her şarkısının bir hikâyesi var hayatımda… Onu bilinçli bir şekilde izlemeye 70’lerin başında başladığımı düşünecek olursak yarım asırlık dinleyicisiyim ve hiç eskimedi bende…
Eşi İlkim Karaca, telefon rehberinde “F” harfi sayfasının en üstünde benim adımın olduğunu söyleyerek bir şapkasını, bir güneş gözlüğünü, bir tespihini, kalemliğini getirdiğinde bu emaneti teslim almaktan mutlu olmuş, gururlanmıştım… Düzenlediğim Ustalara Saygı etkinliklerindeki Cem Karaca’ya Saygı Gecesi’ni de başımda onun şapkasıyla sunmuştum…
Çok uzun yıllar önce Taksim Meydanı’nda, Atatürk Kültür Merkezi’nin tam önünde, onu arabamla evine bırakacağım bir gecenin yarısında “Bu Son Olsun”u söylediğinde nasıl dans etmiştik hep birlikte… Zorunlu yurtdışı yıllarının ardından Türkiye’ye döndükten sonra buluştuğumuzda otomobilinin kasetçalarından bana “Die Kanaken”i dinlettiğinde nasıl heyecanlanmıştım… Sonra, “Töre”nin kayıtları için stüdyodayken binanın pencerelerinden Haliç’i seyrettiğimiz o akşamüstü bir parçanın finaline - haddim olmayarak - müdahale edişim ve benim istediğim gibi plağa girmesi… Nasıl sevinmiştim…
Cem Karaca için anlatacağım o kadar çok şey, anımsadığım öyle çok anı var ki... Zaman zaman yazmaya devam edeceğim…