Cehaletin dayanılmaz hafifliği
Birinci kırmızı ışık
Köylü kadın ilk kez büyük şehre gelmiş. Kocası ile şehri gezerken yolları yanlışlıkla hayat kadınlarının piyasa yaptığı kırmızı fenerli sokağa düşmüş. Merakla sormuş kocasına “Bu kadınlar kim?” . Kocası ezile büzüle “Bunlar hayat kadınları” demiş. Köylü kadın, müşterileri ile pazarlık yapan hayat kadınlarını gördükçe dehşete düşmüş. Derken kadınlardan birisi ona sanki tanıdık gelmiş. Birden gözlerine inanamamış. Yanına yanaşınca iyice emin olmuş. Evet bu kadın, “Bana buralar dar geliyor. Ben yaşarsam da büyük şehirde, ölürsem de büyük şehirde” deyip birkaç yıl önce köyden çıkan komşu kızıymış. Yanına yanaşınca kız da onu tanımış. “O maşallah. Sizi hangi rüzgar attı buralara?” diye sormuş. Köylü kadın üzgün ve kızgın “Bırak şimdi bizi. Asıl sen söyle; seni hangi rüzgar attı bu sokağa? Hiç utanmıyor musun burada, bu durumda olmaktan?” . Kız gülmüş “Utanmak mı? O dediğin, birinci kırmızı ışığı geçinceye kadardı. Ondan sonra utanmak kalmıyor.”
Çıplaklıktan utanma
Bir dönem Yunan şehri Miletus’ta genç kızlar arasında intiharlar bir salgın halini almış. Bunu önleyebilmek için şehrin bilgeleri kafa kafaya verip düşünmüşler. Şöyle bir çözüm bulmuşlar. İntihar eden genç kızın cesedinin çıplak olarak pazar yerinde sergileneceği kararını almışlar ve bunu duyurmuşlar. Bundan sonra intihar olayları durmuş. Çünkü bu utanç duygusu intiharı düşünen genç kızları bu eylemlerinden caydırmış. Buradan yola çıkan araştırmacılar ilk utanma duygusunun çıplaklıktan kaynaklanabildiğini ifade ediyorlar.
Utanma duygusu kültürlere göre değişiyor. Örneğin, Amerika’da üniversitede yüzme havuzuna gittiğimde çok şaşırmıştım. İnsanlar soyunma odasında çırılçıplak serbestçe dolaşıyordu. Bana çok garip gelmişti. Duşlar da yan yana sıralanmıştı, arada bölme yoktu. İlk zamanlar kollayıp kimseler yokken duşa giriyor ve birisi gelir diye de mayomu çıkarmadan duş alıyordum. Bu kez insanlar, bir deri hastalığım var da gizliyorum diye bana şüphe ile bakmaya başladılar. Bir süre sonra ben de genel gidişata uydum.
Bilmemenin utancı
Bizim lise yıllarında TRT’nin düzenlediği İstanbul, Ankara ve İzmir liselerinin katıldığı “Liseler arası bilgi yarışması” vardı. Üç yıllık lisede okuduğumuz derslerin konularından ve güncel olaylardan düzenlenmiş sorular sorulurdu. Liselerin takımı dörder kişiden oluşurdu. Pertevniyal Lisesi olarak katıldığımız yarışmada takımda sözcü idim. İstanbul liseleri arasında birinci ve Türkiye ikincisi olduk. Her karşılaşmanın ardından karmaşık duygular içinde olurdum. Bir tarafta kazanmanın sevinci, diğer tarafta bilemediğimiz soruların utancı. “Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp” idi. Evet, cevabını bilemediğimiz soruyla ilgili konuyu üç yıllık süre içinde bir derste okumuştuk. Ama “Neden zamanında öğrenmemişiz, neden bilemedik?” utancı tüm takımı sarsardı. Henüz televizyon yoktu, yarışma radyodan yayınlanırdı. Ama yine de sokakta yürürken birisi beni tanıyacak ve “O soru nasıl bilinmez? Böyle cehalet olur mu?” soracak diye korkardım. Aslında bu, utancın korkusu idi.
Belgeselde hata
TRT’de yine bir bilgi yarışması programı olsa ve aşağıdaki cümledeki yanlışları bulun diye sorulsa, acaba cevap ne olurdu? Cümle şu: “Düşmana değil, amansız soğuğa, zemheri ayaza verilen 90 bin şehidin adıdır Çanakkale Zaferi”. Doğru cevap da şu olurdu: Bu cümlede iki yanlış var. Birisi tarihle ilgili bir yanlış; Çanakkale Savaşı, Sarıkamış Harekatı ile karıştırılmış. Soğuk nedeniyle binlerce şehidin verildiği savaş Çanakkale Savaşı değil, Sarıkamış Harekâtı’dır. Söz konusu cümlede “Zemheri ayaza” denilerek de dilbilgisi hatası yapılmış. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne göre “Zemheri”, Arapça kökenli bir kelimedir; “kara kış” anlamına gelir, bir isimdir. Bu durumda “zemheri ayaza” değil de “zemheri ayazına” demek daha doğru olacaktır. Ancak yukardaki cümle ne yazık ki bir yarışmadan değil, TRT’de yayınlanan bir belgeselden alınmış. Belki sıradan bir televizyonda yapılsa bu yanlışlara aldırmazsanız. Ama TRT, vergilerimizle yaşayan bir devlet kuruluşudur. “Milli eğitim ve milli kültürün geliştirilmesine yardımcı olmak” gibi görevi vardır. Böyle bir yanlış, böylesine cehalet, bir devlet televizyonu için utanılacak bir olaydır. Eğer böyle bir yanlış örneğin BBC’de yapılmış olsa, o kurumdaki yönetici görevinden alınmayı beklemez, utancından istifa ederdi.
Cehaletin kara sisi
Çok ilginç bir dönemden geçiyoruz. Utanma duygusu sanki tedavülden kalkmış gibi. Kurumlarda bilgisizlikten kaynaklanan, inanılmaz yanlışlar yapılıyor, ama hiçbir sorumlu bundan utanç duymuyor. TRT’de yayınlanan belgeseldeki yanlış, yazının akışı içinde verdiğim sadece bir örnek. Ama sanki ülkede bir salgın çıkmış ve utanma duygusunu köreltmiş. Halbuki utanma sosyal bir duygudur, uygarlık ölçüsüdür, insanlık göstergesidir.
Kurumlarda görülen utanılacak olayların nedeni, kurumların tepesindekilerden kaynaklanmaktadır. Eğer bir kurumun başına, liyakate göre değil de başka ölçütlere göre bir cahili atarsanız, yukardaki hikayedeki gibi birinci kırmızı ışık geçilmiş olur. Ve cehalet, tüm kurumu kara bir sis gibi sarar. Soyunma odasında herkes çıplak olunca insanların birbirinden utanmadığı gibi, yapılan yanlışlardan kimse utanmaz. Çünkü tepedeki cahil olunca, altında bilgili kişileri barındırmaz. Sonunda kurumun bilgi düzeyi ortalaması, tepedekinin bile altında kalır.
Cehaletin kara sisinin çöktüğü ülkelerde bilginin değeri düşer; bilgili kişiler horlanır, dışlanır. Meydanı, kulaktan dolma bilgilerle kendini alim sanan demagoglar alır ve her konuda ahkâm keserler. Bilginin derinliğinden haberleri olmadığı için kendi sığ sularında kendilerini uzman bile ilan ederler. Örneğin, ortaokulda bile biyolojiden geçememiş birisi sırası geldiğinde “Ben biyolojistim” diyebilir. Olmayan biyoloji bilgisi ile teoriler uydurup, dünya biyolojistlerine kafa bile tutabilir.
Sonuç
Eğer 21. yüzyılda Orta Çağ çukuruna düşmek istemiyorsak bilgiye, bilgi sahibi kişilere ve bilime değer verilmelidir. Cehalet, utanılacak bir şeydir; övünülecek değil. Kurumların, bilgeliğin getirdiği bir ağırlığının olması gerekir; şu andaki bu hafiflik dayanılır gibi değil.