Büyük Düzeltme (IV)
“Büyük Düzeltme (III)” yazısını Türkiye ile Washington, Batı, NATO ilişkilerinin güvenlik boyutunun tarihine ve bunların ahval ve şeraitinin (durum ve koşullar) Türkiye’nin Batı ile ilişkileri üzerinde kimi etkilerine değinerek bağlamıştık. Şimdi geldik güncele.
Türkiye’nin müttefikleri, NATO üyesi olduğumuz 1952’den bu yana, ülkenin güvenlik önceliklerinin Washington’da ve Brüksel’de yapılan değerlendirme ve oluşturulan yaklaşımlara göre belirlenmesi beklentisinde olmuşlardır. Soğuk Savaş boyunca bu beklenti Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasında inişler ve çıkışlarla da olsa karşılık bulmuştur. Zira o dönemde “sürüden ayrılanı kurdun kapma” ihtimali yüksek bir uluslararası siyaset ortamı vardı. Çift kutuplu uluslararası sistemin siyasi ve stratejik dinamikleri -nükleer denge (dehşet dengesi), bunun dayattığı blok disiplini vs.- yapısal olarak bu koordinasyonu dayatıyordu. Ancak, şunu da eklemek gerekir ki bahsini geçirdiğim inişler ve çıkışlar genellikle Türkiye’nin ağzında kötü bir tat bırakan gelişmelerdir.
Döneme ilişkin bu türden gelişmelerin örneklerini, belki de uluslararası ilişkiler tarihinin en kaba saba “sürüden ayrılanı kurt kapar” tehdidi olan 5 Haziran 1964 tarihli “Johnson Mektubu”ndan başlatıp; 5 Şubat 1975 ABD silah ambargosuna; oradan 1980’de Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesi konusunda resmen uyutulmamıza kadar sıralayabiliriz. Misaller çoğaltılabilir de. Neticede, tüm bu olaylar Türkiye’de Batı’ya ilişkin şüpheciliğin, güvensizliğin yakın tarihe ilişkin arka planı oluşturuyor. Daha derine inersek Osmanlı’ya, daha yakın geçmişe gidersek I. Dünya Savaşı’na ve Sevr’e kadar zemini genişletebiliriz. Neticede bu durum Türkiye’nin karar alıcıları ve kamuoyunda “kendi kuyruğunu kendisi kesme” eğilimini, bu yönde söylemlere, gerçekte öyle olsun olmasın, bu yönde algılanan uygulamalara destek refleksini güçlendirmiştir.
Öte yandan, Soğuk Savaş’ın dayattığı kısıtlar bir yana, Türkiye’nin jeopolitik konumu ve dış politikasının üzerinde belirlendiği tarihsel zemin özü itibariyle bu sınırların içerisine sığmasını kolaylaştırıcı nitelikte değildir. Bu bakımdan Türkiye’nin bir “İskandinav ülkesi olmadığı”, kendine has bir arttırılmış tehdit ortamında yaşadığı, söyleminde haklılık payı yüksektir. Örneğin; Soğuk Savaş boyunca ülkenin güney ve doğusuyla olan ilişkileri, geleneksel karar alma elitlerinin buralardan “uzak durmak” konusundaki ideolojik yaklaşımlarından ziyade, Soğuk Savaş’ın dayattığı bu koşullarla da biçimlenmiştir. Soğuk Savaş dönemi ilerledikçe bu eğilimin artması, bir kısım da, NATO’ya üyelik çerçevesinde, dış ve güvenlik politikası reflekslerinin bu yönde kurumsallaşmasındandır. Türkiye’nin adı, 1955’ kadar Bağdat Paktı, 1959’dan 1979’a kadar CENTO olan ittifaka girişi Soğuk Savaş döneminde Orta Doğu’ya dair dış ve güvenlik bakışının -ki İngiltere’nin de üye olduğu bir teşkilat olarak kurulmuştur- Batı ekseninde belirlemesine bir örnektir.
Haliyle, Soğuk Savaş’ın sistemik kısıtları sona erdiğinde Türkiye kendisini öznel çıkarlarının, sosyolojisinin, bölgesinin ve tarihinin gerçekleriyle baş başa buldu. “Her koyunun kendi bacağından asıldığı” yeni bir dönemdi bu. Durumu daha karmaşık kılan bunun sadece Türkiye için böyle olmamasıdır. Bir yandan, küresel planda Soğuk Savaş’ın “deli gömleği”nden kurtulan tüm bölgesel güçler de sistemde serbest kalmış güç ve etkiyi kendi uhdelerinde toparlamak için daha özerk dış ve güvenlik politikalar izleyerek uluslararası ilişkilerin hiyerarşisinde konumlarını tahkim etmek istediler. Diğer yandan, Türkiye’nin NATO müttefiklerinin de aralarında bulunduğu merkezi güçler de küresel çıkarlarına yönelik münhasır politikalar izlemeye başladılar. Bunu yaparken ittifak ruhunu pek gözetmediklerini de biliyoruz. Türkiye açısından bu dönemin en belirleyici unsuru, henüz Soğuk Savaş bitmeden, 15 Ağustos 1984’te PKK terörünü başlatan Eruh ve Şemdinli eylemleridir. Neticede hem PKK hem de Türkiye’nin tehdit algısı bölgesel bir karakter kazandı.
Türkiye’nin güvenlik kaygılarının ittifakın bir başka üyesininkilerden daha az önemli veya daha az kayda değer olduğunu elbette kimsenin söyleyememesi gerektir. Ancak, Soğuk Savaş’ın sonundan bu yana geçen zamanda Ankara ve Brüksel arasında temel tehdit algısı bakımından bir farklılaşma var. Türkiye güvenliği açısından ana tehdidi ülkenin doğu ve güneyinden algılarken, NATO’nun odağı son dönemde artan biçimde Rusya üzerinde. Rusya’nın fabrika ayarlarına dönmesiyle birlikte; 2008 Gürcistan’a tecavüzü, 2014 Kırım’ı ilhakı ve esas kırılma noktasını teşkil eden Ukrayna saldırısı yaşandı. NATO klasik tehdit tanımına döndü. Aslında Soğuk Savaş’ın ve NATO’nun tarihi göz önüne alındığında bu istihzâlı (ironik) biçimde NATO’nun Rusya’yı yeniden keşfetmesi olarak nitelenebilir!
Bugün, Washington başta, NATO başkentlerinin Türkiye’nin güvenlik endişelerine karşı, kayıtsızlık düzeyinde, bir empati yoksunluğu içerisinde olmaları NATO Türkiye ilişkilerinin temel gerilim unsurudur. Ve işin doğrusu Türkiye bu konuda haklıdır. Bu durumun yarattığı rahatsızlığın Türkiye’nin güvenlik ve dış politika çevrelerinde yaygın karşılığı var.
Washington veya Brüksel’den bakıldığında Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasında gözlemlenen; Rusya dahil tüm faktörleri gözeten, eşgüdümü zor, artan biçimde özerk davranma eğilimi esasen müttefiklerinin sözünü ettiğim empati yoksunluğu karşısında Türkiye’nin geliştirdiği, bu yönüyle doğal, bir davranış biçimidir. Söz konusu empati yoksunluğu sürdüğü müddetçe bu davranış biçimi, Türkiye’de siyasi iktidarın kimin elinde olduğundan bağımsız olarak, devam edecek, hatta koşullara göre yoğunlaşabilecektir. Türkiye’nin müttefiklerinin yapacağı en ciddi hata bu yapısal durumu bugünkü iktidar ile sınırlı veya özdeş görmek olacaktır. Ülkede siyasal iktidarı kimin kullandığına bağlı olarak değişim arz edebilecek olan parametre Türkiye’nin özerk davranış biçimini besleyen ikinci unsura ilişkindir. Bu unsur yukarıda sözünü ettiğim Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin yapısıyla alakalıdır: Soğuk Savaş’ın yapısal kısıtlılıklarının ortadan kalkmasının, küresel siyasette orta büyüklükteki tüm bölgesel güçlere olduğu gibi, Türkiye’ye de sağladığı özerk oyun alanı. Zira, Türkiye’yi kimin yönettiği, bugün ve gelecekte, ülkenin tarihsel ve sosyolojik mirasının nasıl yorumlandığı, dolayısıyla stratejik kültüre dair anlayışın nasıl biçimlendiği üzerinde rol oynayacak bir unsurdur. İktidarın siyasi kudreti, bu belirleyiciliğin düzeyini olduğu kadar, kamuoyunun nasıl yönlendirildiğini ve beklentilerinin nasıl şekillendiğini de tayin edicidir ve gelecekte de yine böyle olacaktır. Söz konusu unsurlar Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasında özerklik eğiliminin yönünü, tonunu, ideolojik ve kültürel karakteri olan tercihleri ve özerklik iddiasının düzeyini şekillendirecektir.
Bunlar elbette Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasının başarısını tek başına garanti edici hususlar da değildir. O noktada izlenen siyasetin gerçekçiliği (iddianın ulaşılabilirliği) ve belirlenen stratejinin kuvveti (araçların ve amaçların bütüncül ve bütünleşik bir çerçevede düşünülerek adımların planlanması) devreye girecektir. Bugünlerde olup bitenler de işte tam da bu iki noktadan değerlendirilmeli: Gerçekçilik ve strateji.
Hülasa, dışarıdan bakıldığında neticesi Türkiye’nin “zor müttefik” olarak “oyunbozanlık” yaptığına, bunun sırf Cumhurbaşkanı Erdoğan ile veya anlık koşullarla ilişkili olduğuna, dair yorumlar, bu faktörleri göz önüne almadıkları müddetçe, konunun özüne ve çözümüne dair bir anlam ifade etmiyor. Türkiye müttefiklerinin “vurdumduymazlığına” ilişkin kanaatini muhafaza ettiği; “her koyunun kendi bacağından asıldığı” ve “kimseden kimseye fayda olmadığı”nı, NATO’da ve, kendisiyle müttefikleri arasında infitârın (yarılmak) güçlendiğini düşündüğü ölçüde bugün İsveç olan sorunun adı yarın başka bir şeye dönüşür ama korkarım kriz devam edecek ve derinleşecektir.
Devam edeceğiz…
(Eski öğrendiklerinizi unutun parantezi: Her ne kadar 1975 silah ambargosunun nedeni II. Kıbrıs harekatıymış gibi bilinse de bu ambargonun kökeni 1 Temmuz 1974’te CHP – MSP koalisyonunun, 1971’de I. Nihat Erim cunta hükümeti tarafından, ABD’nin isteği doğrultusunda, yasaklanmış olan haşhaş ekimine ilişkin yasağı 5 Şubat 1975’de kaldırmasına dayanır. Yunanistan konusuysa Kenan Evren’in Avrupa Müttefik Kuvvetleri Komutanı (SACEUR) Bernard Rogers’ın “asker sözü”ne safiyane biçimde kanışından değildir. Daha ziyade 12 Eylülcülerin Carter yönetiminin kendilerine hoşgörüsünü güvence altına almak noktasında verilebilir buldukları bir tavizdir. Halbuki bundan önceki Demirel ve Ecevit hükümetleri konuyu “Ege’deki komuta kontrol meseleleri”nin halline, Ege sorunlarının Türkiye’nin tezleri lehine tesciline yönelik adımlara bağlamışlardı. Yunanlılar 1981’de anlaşmayı tanımadıklarını açıklayınca kendimizi kandırılmış saymak siyaseten “iç ferahlatıcı”(!) bir çözüm olarak ortaya çıkmış olsa gerektir.)