Büyük Düzeltme (III)
Son seçimler öncesi ve sonrası izlenen ekonomi ve dış politika patikalarındaki büyük dönüşümü anlamlandıracak bir çerçeve çizmeye yönelik “Büyük Düzeltme” serimize bu üçüncü yazıyla devam ediyoruz. Bu yazıda “Büyük Düzeltme”nin başlangıçtan itibaren bir stratejisi, buna bağlı tanımlanmış hedefleri var mıydı? Varsa bunlar neydi ve nasıldı? Sorularına cevap arayacağız. Ancak, bunu hakkıyla yapmak için önce biraz tarihi arka plana bakmak gerek. O sebeple müsaadenizle bu yazıda öyle yapacağım.
Aslında ben istemez miyim: Muhammed bin Zayed ve Muhammed bin Selman’ın arasına giren kara kediyi; İsrail’de o ülkenin ruhu için kopan kıyametleri; Çin’in ABD ile ilişkilerinde yürüttüğü ve şimdi Xi ile Kissinger görüşmesiyle şahikasına çıkan kamu diplomasisinin detaylarını; ABD Merkez Bankası FED’in hala neden enflasyona karşı zafer ilan etmediğini ve dünya piyasalarının buradan nereye gidebileceğini; Wagner’i, Putin’i; Kırgızistan’ın resmi dairelerde çalışanların Kırgızca bilmesini ve bu dili kullanmasını zorunlu kılan uygulamasını Rusya’nın “demokrasi dışı” ve “ayrımcı” olarak nitelemesini sizlerle muhabbet konuş etmeyi. (Yanlış olmasın parantezi: Kırgızistan devletin resmi dilini Kırgızca olarak tescilleyen anayasa değişikliği yaptı diye bu tepki! Ülke Kırgızistan, resmi dairlerde Kırgızca konuşulacak. Olay bu kadar. Rusça öğrenmek, konuşmak yasaklanmış değil. Ama Rusya’ya sorarsan Orta Asya hep dutluktu, Rusya’nın dutluğu! Bizdeki Avrasyacı zevat, sevdikleri “Ukrayna’ya saldırmak Rusya’nın hakkıdır”(!) makamında bir tınıyla bir de buradan meşk ederse iyi olur! Böylece Ukrayna meselesini, Rusya’nın yakın coğrafyası ve daha önemlisi Türkiye bakımından uzun dönemli riskleri açısından anlayamama hallerini, konunun Türk Cumhuriyetleri olduğunda nasıl bir biçim aldığını, görürdük. Ama durun bir dakika! Bunu zaten iş Çin ve Uygur Türklerine geldiğinde ortaya dar Amerikan karşıtlığı dışında bir şey koyamamış olmalarından bilmiyor muyuz?! Neler diyorum…! Saflık işte…)
Ama olmuyor. Gün geçmiyor ki memlekette bir şeyler olmasın. Edebiyat tarihimizin önemli eseri, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 1961 tarihli, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde dillenen o özlü tespit tazeliğinden, maalesef, hiçbir şey yitirmiyor. Gerçekten de; “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.” Şimdi Tanpınar’ın saatlerinden sonra mesela ilaç fiyatlarına da “ayarlama” geldi malum. Zam değil zinhar, ayarlama. İhtiyaçtan yine. Keyfi değil, mecburi. Kur nedeniyle ayarlama. Kur malum ekonomi politikasıyla belirlenmiyor. Öyle kendi kendine artıyor o. Hudâyinâbit (insan eliyle ekilmeden doğada kendi kendine yetişen bitki). Öyle olmazsa döviz, faiz vs. lobiler “bozuyor” onu. Biz de ne yapalım. “Ayarlama” yapıp “düzeltmek” zorunda kalıyoruz. İstemeden. Adım adım. Bu arada millet dümdüz oluyor ama ne yapacaksın…
Ama yağma yok. Kafamdaki çerçeveyi sizlerle paylaşmayı taahhüt ettim bir kere. Dönemem. O halde buyurun.
Türkiye ile, özelde Washington başta, tek tek Batı başkentlerinin, genelde de Türkiye ve NATO’nun ilişkilerinin uzunca bir süredir sorunlu olduğu bir gerçek. İşin gerçeği Türkiye’nin Batı, ABD ve NATO ile ilişkileri 1952’de bu teşkilata üye olunmasından sonra geçen ilk on yıl bir yana hep krizlidir. O ilk on yıl bu ilişkilerin balayı dönemidir denebilir. Belli bir noktaya kadar dönemin karar alıcılarının Batı ile kurulan bu ittifakı yorumlayış biçimleri fazlaca iyi niyetlidir desek yeridir. Neredeyse Türkiye ile Batı’nın çıkarlarının özdeşleşmiş bulunduğu iyimserliği, beklentisi hakimdir. (Amatör sosyoloji parantezi: Gerçekten duygusal bir milletiz. İttifaka da mahalle arkadaşlığı muamelesi yapar mıyız, yaparız.)
Ancak, Küba Füze Krizi (1962) neticesinde, üstelik Türkiye’ye böyle bir pazarlığın bulunmadığı güvencesi verildiği halde, ABD’nin İzmir Çiğli’deki Jüpiter nükleer füzelerini 1963’te sökmesi bu dönemin sonunu getirdi. İsmet İnönü’nün ifadesiyle “Amerikalıların Türkiye’yi istenmeyen krizlere sokma” ihtimali bu tarihten sonra Türk karar alıcıları bakımından artık soğuk gerçeklik haline gelmiştir. O tarihten sonra Türkiye Washington, Batı, NATO ilişkileri, sadece Sovyet tehdidini değil, aynı zamanda bu ihtimali de dengelemek saikiyle (güdü, amil, amaç) biçimlendirmiştir. Yine İnönü’nün ifadesiyle, Türkiye böyle bir emrivakiye “izin vermemeli ve dikkatli davranmalıdır.” (Kendini tutamayan hoca parantezi: Bu konularda derinlikli bilgiye kolay ulaşmak isteyenler Tarih TV’de Ahmet Bağçeci, Yavuz Sinangil ve Candan Pekdaş’ın hazırladıkları “2 Müttefik 4 Kriz” belgeselini izleyebilirler. Biraz daha fazla çaba harcamaya hazır olanlara Turan Yavuz’un “Satılık Müttefik” kitabını öneririm.)
İlk Genel Sekreteri Lord Ismay NATO’nun amacını şöyle tanımlamıştı: “Amerikalıları içerde [Avrupa’da], Rusları dışarıda ve Almanları aşağıda [kontrol altında]”. Ismay bu sözleri NATO kurulurken, 1949’da, o henüz Genel Sekreter değilken sarf etmiştir (Malumatfuruş parantezi: NATO Genel Sekreterliği, Haziran 1950’de Kore Savaşının başlamasının ardından beliren ihtiyaç üzerine ancak 1952’de ihdas edilmiş, Ismay bu pozisyona bir ay sonra atanmıştır. Ismay atandığında Türkiye NATO üyesiydi.) Nihayetinde, NATO’nun durumu daha Lord Ismay Genel Sekreterken dönüşmeye, adapte olmaya, başlamıştı. Sovyetleri dışarda tutmak için Almanya’nın Batı bölümü 1955’te NATO’ya üye kabul edilmiş, aşağıdakiler yukarıya çıkarılıvermişti.
Neticede 1989’da Berlin Duvarının yıkılmasından ve 1991’de Varşova Paktının, ardından da Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra da Türkiye NATO ilişkileri birçok gelgit geçirdi. Soğuk Savaş sonrası NATO tekrar dönüşmeye, adapte olmaya çalıştı. Irak’ın Kuveyt’i işgalinden, 11 Eylül’e; Afganistan ve Irak işgallerinden Aralık 2010’da Arap Baharının başlamasına, NATO kendine Avrupa - Atlantik aksı dışında bir rol ve Rusya dışında bir sebebi mevcudiyet aradı. Bu dönemlerde bölgesel konumu nedeniyle Türkiye’nin önemi hep vurgulanmıştır.
Manzara odur ki, Türk karar alıcıları Türkiye’nin öneminin ve Türkiye ile ilişkilerin Batı’da genel olarak güvenlik ve strateji başlığı altında tartışılması keyfiyetinden (durum) müşteki görünürler. Görünürler görünmesine ama, zaman zaman “emlak değeri” olarak da ifade edilen bu stratejik konumun kendilerine sağladığı pazarlık marjını Batı ile ilişkilerde bir kaldıraç olarak kullanmaya razı, hatta bunu tercih eder bir görüntü de vermişlerdir. Bu durumun kısmen bürokraside, ama daha ziyade ilgili siyasilerde bir tür zihni tembellik yarattığı bile söylenebilir. Hatta, stratejik önem sayesinde dış ilişkilerde ve uluslararası sistemde nispeten kolay karşılık üretmenin çoğunlukla mümkün olması, durumu kısmen bir tür bağımlılığa dönüştürmüştür. Bir yandan Batı’nın Türkiye’ye bu gözlükle bakmasından şikâyet edilirken, öte taraftan Batı’nın bu stratejik önem atfından uzaklaşmasından endişe edilmiş, derhal “Türkiye’nin stratejik önemi” vurgulu mesajlar gündeme getirilmiştir.
Belirtmek gerekir ki bu durumun değişmesi Turgut Özal ile başlamıştır. Genelde Batı özelde ABD ile ilişkilerde karşılıklı yatırıma, ticarete, belli kısıtlar dahilinde de olsa, kültürel ilişkilere vurgu yapılması onun döneminde gündemde öne çıkmıştır. Türkiye’nin yumuşak gücünün bir argüman haline getirilmesine yönelik çabaların başlaması da bu dönemdedir. Özal sonrası bu yönde adım atılması noktasında büyük heves gösteren siyasi irade ise AK Parti hükümetleridir. Bugün hasbihal ettiğimiz konuların hal-i pür melali göz önüne alındığında bu durum paradoksal görünebilir.
Bu paradoksun anlaşılması ise esas sorun nerede sorusuyla ve strateji meselesiyle alakalı ki, o da bir sonraki yazının konusu…