Bir zamanlar İstanbul’da

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK

Bir zamanların Yeşilçam filmleri çok önemli tanıklıklar içeriyor. Geçtiğimiz akşam, Zeki Alasya-Metin Akpınar’ın 1977 tarihli “Aslan Bacanak” filmini izledim. Akpınar-Alasya’nın kovalamaca sırasında çarpıştıkları mahalle arasında dolaşan seyyar satıcılar, o yılların bugün artık yapılmayan kimi meslekleri hakkında epey fikir veriyordu: Eski bakırları alıp naylon eşyalarla değiştirenler, güğümlü sütçüler, çalı süpürgecileri… Daha önceki yılları da çok iyi hatırlıyorum: Lodosçular, destancılar, evlere sıcacık ekmekler taşıyan sac kaplı at arabaları, dönme dolapçılar, yoğurt tepsilerini sırtındaki çubuğa asarak elinde çıngırağı ile mahalle mahalle gezen yoğurtçular, macuncular, arzuhalciler, hallaçlar, ayı oynatıcıları… Liste uzun… Çoğunu gözlerimle gördüm, alışveriş yaptım, bazılarıyla sohbet ettim; ama artık yoklar! 

Bugün, filmin bana anımsattıklarından yola çıkarak kaybolan mesleklerin bazılarından söz etmek istiyorum; önce iyi ki kayboldu dediğimle başlayayım: Bu yok olan mesleklerden birisi var ki onun için “iyi ki kayboldu!” diyorum: Ayı oynatıcılığı.

Çocukluğumda elinde tefi ile dolaşan ayı oynatıcısı, onu dans ettirirdi. Hatta ayıyla güreş edenleri bile vardı ki, onlar daha makbuldüler (!), daha çok para toplarlardı. Biz çocuklar da seyrederdik mahallemize gelen ayı oynatıcısını ve (çile çeken) ayısını.

Biraz büyüyünce öğrendim ki ayıcılar, onları yavruyken alıyorlar, kızgın bir sac üzerine çıkarıp hayvan zıplarken tef çalarak onu bu sese şartlandırıyorlardı. Tef sesini duyan ayı, o acılarını hatırlıyor, ayağa kalkarak zıplamaya başlıyordu. Oynatıcı, onun üzerindeki hâkimiyetini ise burnuna geçirdiği bir halka ile sağlıyordu. Bu zulüm neyse ki artık yaşanmıyor…

Ben, Fatih’te doğdum. Yaşımız kendi başına gezmeye uygun hale gelince ilk gittiğimiz yerlerden birisi, hemen aşağımızdaki deniz kenarı, Yenikapı oldu. Kentin meşhur, “hazin” lodosları sonrasında sahilde dolaşarak dalgaların getirdiklerini arayan lodosçularla ilk orada karşılaştım. Sonraları öğrendim ki, bu bir aile mesleğiydi ve lodosçuluk yapanların belli mıntıkaları vardı. Lodosçular bellerine kadar gelen uzun çizmeler giyerler, yanlarında eleyecekleri kumun inceliğine göre değişen çeşitli elekler taşırlardı. İstanbul halkı arasında onların denizde ve kumların arasında çok değerli eşyalar bulduklarıyla ilgili çeşitli söylenceler dolaşırdı. Biz de bunlara kapılıp oyun için de olsa lodosçuluk yapmış mıydı? Evet… İşimize yarayacak bir şeyler bulmuş muyduk? Elbette hayır!

Bir de macuncular vardı. Evimizin hemen aşağısında bayramlarda kurulan küçük lunaparkta tanışmıştım onlarla. Tezgâhlarındaki rengârenk macunları küçük bir çubuğa dolayarak verirlerdi. Onları diğer seyyar esnaftan ayıran en önemli özellik, mallarını müzik eşliğinde satmalarıydı. Macuncular, incesaz takımı olarak adlandırılabilecek bir saz grubuyla beraber gezer, tezgâhlarını kurduktan sonra dönemin sevilen şarkılarını saz eşliğinde söyleyerek müşteri toplamaya çalışırlardı.

Aynı yere seyyar dönme dolaplar da getirilirdi, kayık salıncaklar da… Hepsini dener “bitttiii, paralar yandııı!” sözcüklerini duymamak için kulaklarımızı tıkamak isterdik…

Olayları şiirlerleştirdikten sonra kâğıda bastırıp sokak sokak bağırarak satan destancıların peşinde epey yürümüşlüğüm vardır. Her taraflarından şiir dolu kâğıtlar sarkan bu esnafın bilgisine, ezberine hayranlığım hâlâ sürer.

Orhan Pamuk’un romanına kahraman olan bozacıları konuşmadan olmaz. Karlı bir İstanbul gecesinin geç bir saatinde mahallemizden “Booozaaaaa!” diye bağırarak geçen bozacıdan tenceremize boşalttırdığımız o lezzetli sıvının tadı; birbirimizin yüzüne üflediğimiz üzerindeki tarçınların tozu, birlikte yediğimiz leblebilerin tadı belleğimden ve damak hafızamdan hiç eksilmedi…

Hepsini yazsam kitap olur! Neyse ki böyle bir kitap var: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ. yayını “İstanbul’un 100 Esnafı”. Araştırmacı - yazar Uğur Aktaş tarafından yayıma hazırlanan kitap, bilinen ve bugün de varlığını sürdüren esnafların yanında günümüzde sayısı çok azalan ya da hiç rastlanmayan esnafları ve seyyar satıcıları içeriyor.

Kitapta yer alan bilgilere göre Osmanlı döneminde İstanbul esnafı, Bizans dönemindekine benzer bir şekilde Beyazıt, Süleymaniye, Eminönü, Mahmutpaşa ve Tahtakale civarında yoğunlaşmıştı. Merkez, Kapalıçarşı’ydı. Bu nedenle Kapalıçarşı’daki 60 sokak isminden 35’i hâlen çeşitli esnaf isimlerini taşıyor. Fetihten sonra sur dışında kalan Beyoğlu, Eyüp ve Üsküdar’da da esnaf toplulukları görülmeye başlanıyor. Eyüp’te çömlekçilik ve oyuncakçılık, Yedikule ve Kazlıçeşme civarında kasaplık ve dericilik gelişiyor. Onlarla ilgili de anılarım çok, hepsinin hikâyeleri ve daha fazlası kitapta.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Hamburg izlenimleri 22 Kasım 2024
Benim Yalvaç’ım(*) 01 Kasım 2024