Bir ‘uçak’ dolusu (naiflik!)
Dr. Zeynep STEFAN
İnsha Ventures Risk Yönetimi, Uyum, Sürdürülebilirlik Direktorü
Büyük bir uçak üretim şirketinin yönetim yapısının nasıl adım adım çürüdüğünün toplamda ölü sayısının 350’ye ulaştığı iki tane uçak kazası ile herkesin aklına kazınması o uçakta olmama şansına sahip olan bizler için iki anlam ifade etmekte; o uçakta olabilirdik veya o şirket gibi yönetilen başka şirketlerin ürettiği ürünleri veya sunduğu hizmetleri kullanarak da hayatımızı kaybedebilirdik.
İlk ‘kötü yönetim’ sürecini okuduğum Enron’dan beri aslında hikâyenin ana motivasyonunun hiç değişmemesi çok şaşırtıcı. Rakip firmanın uçak üretim piyasasında varlığını güçlendirmek ve liderliği ele geçirmek için uzun yıllardır yürüttüğü Ar-Ge çalışmaları sonuçlarını verir ve piyasaya sürdüğü yeni nesil bir uçağa rakibinin hızla cevap vermek istemesi asıl kâbusu başlatır. Dünya üzerinde mucizeler var, ancak iş hayatında yok denecek kadar az. Dolayısıyla uzun yıllardır devam ettirilen bir projeye verilecek cevap her şeyden önce bilim ve liyakatin ön planda tutulması ve iyi kurulan bir ekiple yola çıkılması olmalıydı. Ancak farklı davranıldı ve günümüzde sıklıkla gördüğümüz bir yol tercih edildi, yolsuzluk! (Yolsuzluğun tek bir kelime ile kocaman bir paragraf anlattığını da bu şekilde bir kere daha anlamış oluyoruz, gerçek bir stratejiye sahip olmamak, hangi yolu (bilim veya hurafe) tercih edeceğini bilmemek, erdemli davranmamak, kolay kaçmak vb.) Ve böylece bütün hikâye herkes tarafından ibretle takip edilmesi gereken bir risk yönetimi dersine dönüşmekte. Olayın ortaya çıkmasından sonra ise şirket genel müdürünün ben bir şey bilmiyordum demesi de ne kadar alışıldık. Halbuki hepimiz biliyoruz ki özellikle milyarlarca doların döndüğü ofislerde herkes her şeyi bilir!
2006 yılından beri bu tür hikayeleri yaşarım, okurum, denetlerim, hakkında raporlar yazarım. Hepsinin birçok ortak özelliği var, ancak tek bir konu hepsinde aynı olma özelliğini korur: Yönetim ekibinin işin gerçek sahipleri (second line of defense) ile aralarına fiziksel ve fikri mesafe koyması. Dikkate almaması, dikkate almak istememesi veya dikkate alınca elde edeceği kazancın dikkate almayınca elde edeceği kazançtan düşük olacağına inanması. Sorumluluk alan, işini gerçekten yapmak isteyen ve bunun için ana motivasyonu maaş değil erdem olan çalışanlar önce dinlenmiyor, sonra sorumluluklarından uzaklaştırılıyor, en sonunda da kişi doğal olarak işini bırakıyor. Şirket böylelikle bir mıknatısa dönüşüyor. Önce iyilerin arasında azınlık kalan bu ‘eşitler arasında birinciler’ sonrasında bu çekimle birlikte o kadar artıyor ki dışarıdan sapasağlam görülen bir ağacın içeriden nasıl hızla kemirildiğini görüyorsunuz. Sonrasında daha fazla ‘ayrık otu’ olarak kalamayacak olan iyiler de uzun yıllar emek verdiklerini şirketlerini geride bırakıyorlar ve son daha hızla gelmeye başlıyor.
★ ★ ★
Önümüzdeki sene 20 yıl olacak kariyerimde. Halen gözünü kırpmadan gerçekleri saklayanların beni şaşırtması mı anormal, yoksa 350 kişinin ölümüne dair sorumluluğun top gibi şirket yöneticileri arasında dolaştırılması mı? Bu kadar saçmalığa rağmen 62 milyon dolar ‘bonus’ alarak şirketten ayrılan, ayrılabilen bir ‘CEO’ mu anormal? Peki bunun aslında normal olduğunu, dürüstlüğün uzun zamandır kazandıran bir bahis olmadığını veya duruma göre dürüst olunabileceğini düşünenler? 350 kişinin ölümüne yol açmasa bile dürüst davranılmaması dolayısıyla çalıştığı şirketi 350 lira zarara uğratmak arasında teoride nasıl bir farklılık var?
★ ★ ★
Aydınlık tarafta yer almanın her geçen gün zorlaştığı bir dünyada yalan, hırsızlık ve her türlü ahlak sınırları içerisinde olmayan davranış giderek daha kolay gerçekleştirilmekte ve ne yazık ki düzeltilmesi için herhangi bir adım atılmamakta. Ancak en kötüsü bu adımların literatüre girmesi, yani kodlanması, diğer çalışanların kafasında ‘acaba’ sorularını yaratması. Tıpkı ‘Kırık Camlar Teorisi (Broken Window Theory)’deki gibi. İşte cehenneme giden taşlar deyimi de buradan gelmekte. Bir şirkete, organizasyona ve bizim güzel deyimimiz ‘ekmek kapısına’ yapılacak en büyük kötülük bu olsa gerek. Peki böyle bir ortamda risk yöneticisi olduğunuzu ve geminin nereye gittiğini herkesten önce gördüğünüzü, yaşadığınız panik duygusunun dışarıdan nasıl göründüğünü, insanların size nasıl ‘biraz rahatla’ dediğini veya daha da ileri gidip sizi iletişim yeteneklerinizin ne kadar az gelişmiş olduğuyla itham ettiklerini düşünün. Yani bir kırık cam daha ne fark eder, herkes söylüyor, ne fark eder veya ben kabul ediyorum bu riski ne fark eder. Hikayesini dinlediğimiz bu şirkette de, Enron’da da veya 2008 finansal dağılışından (kriz terimi hafif kalıyor bence) önce de bunu gören, dile getiren ve uyaran bir çok harika bir ruha ve eğitime sahip risk yöneticileri vardı. Eminim ancak varılan sonuç: ‘o sarı ineği vermeyecektik.’