Bir tut ucundan da itelim şu sarkacı
Sarkaç Eylül 2021’den beri bir uçta duruyordu. Ne zaman salınmaya başlamasına yol açılacak ve diğer uca ne kadar yaklaşacağına izin verilecek diye merak ediyoruz. Yetmezmiş gibi, o gittiği yerde ne kadar durabileceğini; eski uca ne zaman yönlendirileceğini de sorguluyoruz. Oysa sarkacın, artık nasıl bir sarkaçsa bu, bu garip hareketi yapmasına yol açan yönlendirmelerin arka planındaki temel sorun orada öylece duruyor.
Türkiye, potansiyeli olan yüzde 4,5 civarında büyürken bile önemli tutarda cari açık veren bir ülke. Cari açık demek, net dış borçlanma demek. Farklı bir ifadeyle, Türkiye ekonomisi dış borçlanmaya bağımlı bir ülke. Dışarıdan ne kadar az borçlanabiliyorsa, büyüme oranı o kadar olumsuz etkileniyor. Bazı durumlarda, bırakın dışarıdan net olarak borçlanabilmeyi (vadesi gelip de ödediğinden daha fazla borçlanabilmeyi), net dış borç ödeyicisi oluyor. İşte o zaman ya ekonomisi küçülüyor ve işsizlik sıçrıyor, ya da büyüme oranı çok ama çok az artıyor, işsizlik sıçramasa bile yükseliyor. Dış borçlanmaya bağımlı bir ülke olmak demek, yabancı finans kurumlarının ve yatırımcılarının risk alma iştahlarına karşı çok duyarlı olmak demek. Daha açık söylemek gerekirse de onların insafına kalmak demek. Bu, büyük bir beka sorunu.
Cari işlemler açığı bir ülkenin yurtdışındakilerle yaptığı işlemlerden kaynaklanan, döviz harcamaları ile gelirleri arasındaki fark olduğuna göre, sözünü ettiğim bağımlılığın ne derece yüksek olduğu, temelde ihracata ve ithalata bağlı, bir ölçüde de turizm gelirlerine. İhracatın iki ana belirleyicisi var: Kur ve mal sattığınız ülkelerin gelirleri. İthalat da kur ve kendi ülkenizin geliri tarafından belirleniyor. 100 liraya sattığınız bir mal, bir dolar bir lira iken 100 dolar, bir dolar iki lira iken 50 dolar ediyor. Dolayısıyla, daha yüksek kur, ihracat açısından iyi. Tersi de ithalat açısından geçerli. Bu durumda, cari işlemlerin önemli belirleyicilerinden biri döviz kuru oluyor.
Böyle bakınca, sarkacın bugüne kadar durduğu uçta neden tutulduğunun bir rasyoneli varmış gibi geliyor. Kuru artırıp, daha fazla mal ve hizmet ihraç ederken, daha az ithal etmek: Cari işlemler açığını azaltmak. Kuru nasıl artıracaksınız? Faiz politikası devreye giriyor; belirgin ölçüde düşürüyorsunuz. Ancak, kur artarken maliyetleriniz de artıyor. Bir süre sonra kur artışından yakaladığınız rekabet gücü ortadan kalkıyor; artık sattığınız malı 100 liraya üretemiyorsunuz. Kurda sağlanan avantaj geçici oluyor. Ancak bu geçici avantaj, düşük ücretle destekleniyorsa, rekabet gücü biraz daha uzun süre korunabiliyor. Sonuçta sarkacın durduğu o eski uçta düşük faiz-yüksek kur-yüksek enflasyon-düşük ücret-yoksulluk var. Sadece bunlar değil. Bir de kur çıldırmasın diye panik ve garip kararlar alıyorsunuz. Sarkacı uçta tutma süresi uzadıkça, panik ve garip kararlar artıyor. Bilançolar bozuluyor. Yabancı finans kurumlarının ve yatırımcılarının size yönelik risk alma iştahları kesiliveriyor; borçlanmada –yüksek faiz vermeye razı olmanıza karşın- zorlanıyorsunuz. Sarkaç, orada tutulamaz hale geliyor.
Bu sefer, sarkacın o uçta tutulmaya çalışılmasının rasyonel olmadığına (akla uygun olmadığına) karar veriyorsunuz. Hadi, sil baştan. İtelim sarkacı öbür tarafa doğru gitsin. Nasıl? Aman, bir an önce faizi artıralım, bilançoları tahrip eden panik ve garip kararları önce azaltalım, sonra tümden kaldıralım ki yabancı finans kurumları ve finansal yatırımcılar insafa gelsinler de çarklar dönmeye başlasın telaşı kaplıyor ortalığı. Bu operasyonun kod adı ‘enflasyonu düşürmek’ ve/veya ‘rasyonele dönmek’ oluyor. Elbette ücretler düşük tutulmaya devam ediliyor.
Ne var ki temel sorun –başkalarının parasına muhtaç olmak sorunu- orada öylece duruyor. O temel sorunun altında ise daha derin bir sorun var: Verimlilik sorunu. Bu soruna el atmadıkça, sarkacın bir uçtan diğerine yöneldiği ama her ne konumda olursa olsun her daim düşük ücret cenneti olan bir ülke olarak kalmaya mahkum oluyorsunuz.