Bir kez daha Carl Schmitt
Carl Schmitt’in estetiği teknolojinin her yere yayılmasıyla ilişkilendirmesi ve eş zamanlı olarak sekülarizasyonun sonucu olarak mitin kaybolmasını, politikanın rasyonalleştirilerek özünün yitirilmesini aynı sürecin farklı yüzleri olarak görmesi tanıdık geliyor. Bazı Frankfurt Okulu temalarına rastlamak şaşırtıcı değil. Elbette bu bakışın liberalizm –ve liberal demokratik devlet/normatif hukuk- eleştirisi oluşturması da şaşırtıcı olamaz. Sonuç olarak 1920’ler Avrupa’nın liberal demokratik döneminin bittiği, çöküşün ayak seslerinin hem SSCB’de hem başkaldıran sömürgelerde hem de bizzat Avrupa’nın kalbi olan Almanya’da işitildiği yıllardı. Bu yıllara sadece faşizmlerin yükselişi veya işçi sınıfının devrim yapamayışı –Marksist sosyalizmin açmazları- açılarından bakmak son derece yetersiz kalacaktır. Bu yıllar Avrupa’da muhafazakâr, Aydınlanma karşıtı ve sonunda –20. Yüzyılın başı için- “yeni sağ” olacak kültürel alt akımların olgunluğa erişerek, bir kitlesel olgu olarak sahneye çıktığı yıllardı. İşçi hareketlerine odaklı sol bakışın, zaman zaman, aynı yıllarda,1885-1914 arasında faşizm öncesi “yeni sağın” da kitleselleşmeye başladığını, entelektüel açıdan hazırlanmakta olduğunu dikkate almadığı kanısındayım.
Schmitt 1929 yılında kaleme aldığı bir yazıda bu temaları geliştirir. Daha baştan “biz Orta Avrupa’da Rusların bakışı altında yaşıyoruz” demesi net biçimde semptomaldir ve ister Alman “muhafazakâr devrimcilerinden” hoşlansın, ister hoşlanmasın, Schmitt’in bir Ernst Jünger ve bir Ernst Niekisch ile aynı kaygıları paylaştığını gösterir. Rusya’nın bakışı altında yaşamak burada ilk cümledir: “Rusların gözü” Almanya merkezli Orta Avrupa’nın üzerindedir. Ruslar Batı’nın bilgi ve teknolojisini alıp Batı’ya karşı kullanmaktadırlar; onlar büyük bir yaşamsal canlılık göstermektedirler –bir élan vital vardır diye ekleyebiliriz. Ruslar hem rasyonel hem tersi olup, Ortodoks mitlerinin kötülük/iyilik yapma özelliğini korumuşlardır. Bolşevizmin sosyalizmi ve Slavcılığı SSCB’de birleştirmiş olduğu tespiti hemen ardından gelir. Alman Jungkonservatismus içindeki Nationalbolchewismus akımı da SSCB’den etkilenmişti. Bu noktada Schmitt şu çarpıcı cümleyi yüzümüze adeta fırlatır: “Ruslar Avrupa’nın 19. Yüzyılını kelimesi kelimesine (ciddiye) almışlar, temel fikirlerini kavramışlar ve kültürel çıkış noktalarından (mantıksal) uç sonuçları çıkarmışlardır.” Böylece teknikçiliğin din karşıtı sonucu pratikte sahneye konulmuş ve Avrupa tarihinde hiçbir monarkın yönetmediği kadar devletçi bir devlet kurulmuştur. Burada SSCB bir Aydınlanma fikrinin mantıksal sonucuna götürülerek ete kemiğe bürünmesi olarak nitelenir ve Schmitt tarafından elbette olumsuzlanır. Kendi tezine göre teolojiden metafiziğe, moralden ekonomiye gelen Batı Avrupa düşüncesinin bu halini zaten beğenmeyen Schmitt’in, bu estetik-ekonomist-teknikçi eğilimin uç örneği olarak gördüğü, teknikçilikte somutlaşan bir ekonomizm vaaz ettiğini düşündüğü SSCB’yi olumlaması beklenemezdi.
16. Yüzyılın teolojik, 17. Yüzyılın metafizik, 18. Yüzyılın moralist, 19. Yüzyılın ekonomik ve geçici bir isimlendirmeyle 20. Yüzyılın teknolojik olarak nitelendirildiği, her yeni dönemde geride kalan dönemin temel kavramlarının etkisizleştirildiği açıklanır. Aslında 17. Yüzyıldaki büyük kırılmayla –“Batı rasyonalizminin kahramanlık dönemi”- dinler savaşından kaçışın evrensel bir nötralite aradığı tezleri arka arkaya ileri sürülür. Schmitt’in ‘kahramanlık çağı’ dediği dönem metafizikten morale götüren bir estetiğin doğuşuysa aynı zamanda milliyetçiliğin de ön doğuşudur. Milliyetçilik de Aydınlanma da kendi zaman ve mekân tasavvuru, kendi kültürel ifade araçlarını –kitap ve gazete gibi- gerektirir. İkisinin de çekiciliğinin merkezinde kitaplar yer alır ve milliyetçilik haliyle okuryazarlık olmadan olmaz. Genellikle tahmin edildiği gibi, birlikte yönetilen sadece kapitalizm ve ulus değildir; aynı zamanda çağdaşlık ve ulus da doğaları gereği birbiriyle ilişkili bir yapıya sahiptir. Avrupa’da kitap okuma yaygınlaştıktan üç asır sonra modern milliyetçilik tam olarak gelişti. Soyut bir topluma aitliğin yeni hissi olan ulus, yazılı materyaller coğrafik olarak yerleşik olmayan sessiz yandaşlığın kendini savunmasını cesaretlendirene kadar köklerini Avrupa topraklarından almayı başaramadı.
Yaklaşık iki milyon cilt kitap 1600’lere kadar Avrupa’da basılmış ve şüphe yok ki basılı yazım dünyanın çehresini ve vaziyetini değiştirmiştir. 1500’lere gelindiğinde Avrupa’da yüz milyon insan ve sadece yirmi milyon cilt basılı kitap mevcuttu. Anderson kitlesel okurluk ve popüler edebiyatın arasındaki doğan ilişkinin 1520 ila 1540 arasında Protestanlığın ortaya çıkışına yol açtığını saptamıştır. Tekrar, şu önemli noktayı vurgulamadan geçmeyelim; Orta Krallık ve Hristiyanlık alemi evrensel kabul gören ve konuşulan kutsal dil rahatlığının cazibesini hiçbir zaman tadamamışlardır. Latince nerdeyse hiç manastır dışında konuşulmamış ve hiçbir zaman Avrupa’daki kültürel değişimi sağlayacak kabul gören dil olamamıştır. Bu yüzden, yöresel anadil ve buna ilintili olarak yazılı materyaller türemiştir. Yeni bir üretken bağ olan kapitalizmin, yeni bir iletişim teknolojisi olan basılı yazımın ve dilsel farklılığın çaresizliğinin birleşmesiyle yeni bir hayali toplumun ortaya çıkmasına yol açmıştır; ulus. Elbette Schmitt’in Benedict Anderson’un 1983’te basılan çalışmasını okuma ihtimali yoktu. Yine de Schmitt’in ulustan bahsetmemesi, sadece her ulus kendi kültürünü yaratır demekle yetinmesi dikkat çekicidir. Schmitt 400 yıllık mekanizasyon sürecinden dem vurur, devletin teknik açıdan tarafsız bir alete dönüşmesinden bahseder. Fakat bu sadece devlet açısından bir bakıştır. Halkın uluslaşması ve nitelik değiştirmesi tartışmaya katılmaz. Elbette bu, toplum zaten siyasetin dışında var sayıldığı için mümkün olabiliyor. Devlet ve daha geniş kamusal alan siyasetin konusu iken, toplumun kendisi siyaset dışı görülüyor. Bir başka deyişle siyasetin alanı sosyolojik olanı doğrudan kapsamayarak dıştalıyor.
Önemli olan şudur: Batı, politik gücün gizeminden –corpus mysticum- kaçmakta ve kendisine normatif hukukta, Juan Donoso Cortés’in adını koyduğu tartışma ortamında –burjuvazi: una clasa discutidora- bir korunaklı alan aramaktadır. Daha ileri giderek liberal demokrasinin bir uzantısı olan parlamenter demokrasinin düşman/dost ayrımını ortadan kaldıracak bir “tartışma” zemini, siyasi görüşleri açıklama özgürlüğünün –free speech- bir kelime jonglörlüğü, gerçek sorudan –politik gücün şahsileşmesi gereken doğası ve yetkileri; egemenlik- kaçma arzusu olduğunu iddia etmek Schmitt’in düşüncesine aykırı olmayacaktır.
Schmitt’in estetiği liberal devlet kavramına götüren –sanki toplum sözleşmesi yapmışlar, sanki devlet kurmuşlar gibi, devleti bireylerin tercihlerinin bir toplamı gibi kurgulayan ve “tarafsızlaştıran” bir siyasal kültürün ifadesi olarak gördüğü genel tezini ortaya koymak konuyu çözmeye yetmeyecektir. Teknoloji de estetik de hatta Schmitt’in Marx’ı içine gömülü gördüğü 19. Yüzyılın merkezi kavramı ekonomi de –böylece Marksizm 19. Yüzyılda kalmış, par excellence bir 19. Yüzyıl entelektüel kestirimi olarak nitelendirilir- hakiki politikayı gizleyen örtülerdir. Schmitt’e soldan ilgi gösterilmiş olması Marx’ı ciddiye aldığı anlamına gelmez. ‘Bütün gerçek siyaset kuramları insanı kötü bir varlık olarak görür’ ifadesi esasen bir tarih felsefesi ve bir davranışsal bilim başlangıcı olarak solun ve Marksizm’in temel iddiasının tam karşısında yer almaktadır. Şartlar yüzünden arada sırada hata yapan değil özünde “kötü” bir varlıktan dayanışmacı, özgürlükçü ve eşitlikçi bir toplum çıkmayacağını görmek o kadar zor değildir. Yüz yıl sonra yine aynı noktada olduğumuz açık değil mi?